BÖLÜM 2
Karacadağ :
Günlüğümden (9 Mayıs 2018,Carşamba): Saat 07.30’da telefonumun alarmı çalıyor ve uyanıyorum. Dışarıya bir göz atıyorum, moralim bozuluyor. Hava kapalı ve ilk yağmur damlaları düşmeye başlıyor. İki sene önce de Karapınar'da böyle bir sabaha uyanmıştım. Kahvaltımı yapıp alışverişe gidiyor biraz kumanyalık alıyorum. Ankara’dan akşam yemekleri için aldığım erzak neredeyse olduğu gibi duruyor. İlk başta ocağımın çalışmaması, sonrasında da yorgunluktan dolayı yemek pişirmekteki isteksizliğimden ötürü hala bol miktarda erzağım var. Havanın saat 11.00’e doğru açılmasıyla yola çıkıyorum. Şehrin merkezinden Karapınar-Ereğli yoluna ulaşmam yaklaşık bir saatimi alıyor. Bakıyorum hava yeniden yağma eğiliminde, şehrin çıkışında bir et lokantasında öğlen yemeğimi yiyorum. Yemek boyunca sağanak yağmur devam ediyor.
Saat 14.00 sularında yağmurun dinmesiyle Acıgöl'e doğru yürümeye başlıyorum. Bir saat sonra Acıgöl maarının hemen üst ucundaki Shell istasyonunda mataralarımı doldurmayı takiben Ereğli karayolundan ayrılıp Karacadağ'ın güney sırtına doğru yöneliyorum. Buradan Karacadağ batıdan doğuya doğru uzanan üç sivri olarak görünüyor. Ancak bunların çok karmaşık ve esasında güney-kuzey ekseninde uzanan Karacadağ'ın esas ana kütlesinin en güneyindeki önemsiz çıkıntılar olduğunu biliyorum. Bu çıkıntıların en doğudaki ve en yüksek olanına doğru artık araziden yol alıyorum. Dağın eteklerinden doğu istikametinde 1.5 saat yürüdükten sonra büyük bir ağılın olduğu bir dere yatağının ağzına ulaşıyorum. Şükürler olsun ki burada sürü ve çoban köpeği yok. Dere yatağının orografik sol yakasından yükselmeye başlıyorum. Hava yeniden tatsızlaşıyor. Sert bir güney-batı rüzgarı esmeye başlıyor.
Saat 19.00 civarında en doğudaki çıkıntının altında, yaklaşık 1550 metre yükseklikteki düzlüğün üstüne ulaşıyorum. Artık kaybedecek vaktim yok. Yağmurun başlaması an meselesi. Çadırımı çok rahatsız taşlık bir arazide derhal kuruyorum. Çadırın içine girmemle yağmur kocaman damlalarla çadırımı şiddetli bir şekilde dövmeye başlıyor. Etrafımda bir kez daha şimşekler çakıyor. Rüzgar gece geç saatlere kadar rahat vermiyor. Bu geniş ve açık düzlükte kendimi, Karadağ'ın batı mahmuzunda, iki kule arasında geçirdiğim nispeten korunaklı geceden daha korumasız ve aciz hissediyorum. Bu rüzgarlı koşullarda çadırın içerisinde ocağımı yakmam mümkün değil. Yine hafif bir şeyler atıştırıp uyumaya çalışıyorum. Çadırı alelacele kurduğumdan zemin çok rahatsız. Her tarafımdan taşlar batıyor. Bir türlü rahat bir yatma pozisyonu bulamıyorum. Oldukça rahatsız bir gece geçiriyorum.
Günlüğümden (10 Mayıs 2018, Perşembe): Sabah 07.00 gibi yorgun bir şekilde uyanıyorum. Şu an için hava açık görünüyor. Bugünü, görüntü olduğu müddetçe çok iyi değerlendirmem gerektiğinin farkındayım. Bir kez sırta ulaştıktan sonra artık sürekli yüksek ve yön tayini zor olan bir coğrafyada yolculuk ediyor olacağım. Burada bir fırtınaya yakalanmak pek de hoş olmaz. Hiç aç değilim. Hafif bir kahvaltıdan sonra toparlanıp hemen hareket ediyorum. Arazi zor değil. Klasik yanardağı jeolojisi. Baharın taze, yeşil ot ve çiçekleriyle bezenmiş yamaçlardan yükselen bazaltik kaya formasyonları. Yaklaşık 2.5 saatlik bir tırmanıştan sonra, saat 11.00 sularında Karacadağ'ın 1850 metre rakımlı en güney yükseltisine ulaşıyorum. Kuzeye doğru harika bir panorama açılıyor önümde.
Tam karşımda “Sey Kalesi”nin üzerinde yer aldığı sivri ("Sey Kalesi”nin surları buradan görünmüyor) ve buradan batıya açılan harika bir çanak beni karşılıyor. Ulaştığım bu tepe ile “Sey Kalesi”ni barındıran sivri arasındaki bele doğru alçalmaya başlıyorum. "Sey Kalesi”nin batı yamaçlarının altından yan geçişle, bu kere sivrinin kuzeyindeki ikinci bir bele kavuşuyorum. Bu belin üzerinde sayısız taş barınak ve bunları çevreleyen alçak yığma taş duvarlar insanı adeta başka bir çağa götürüyor. Bu belden “Sey Kalesi”ne çok belirgin bir patika yükseliyor. Kaleye tek ulaşım da buradan sağlanıyor, zira kalenin üzerinde bulunduğu sivrinin diğer yamaçları öylesine sarp ki, bu yamaçlardan yükselmek çok zor. Sırt çantamı bırakıp kaleye yükselip yükselmemeyi değerlendiriyorum. Ancak kuzeyden dev kümülonimbus bulutların yeniden hareketlenmeye başladığını görüyorum ve kaleye tırmanmaktan vazgeçiyorum.
Bel ve hiç kuşku yok ki “Sey Kalesi” müthiş bir gözetleme noktası, zira buradan doğuya bakıldığında Ereğli'ye doğru Orta Anadolu düzlüğü göz alabildiğine görülebildiği gibi, batıya bakıldığında ise Karapınar ve ötesine uzanan coğrafyayı görmek mümkün. Antik dönemde doğu ile batıyı hem askeri hem ticari manada birbirine bağlayan ana güzergahın Karacadağ'ın güneyinde kalan Orta Anadolu düzlüğünden geçtiği dikkate alındığında, “Sey Kalesi”nin, hatta yükseltileri üzerinde birçok kale barındıran (Mennek Kalesi, Kurşunlu Kalesi, Sey Kalesi) daha geniş anlamda Karacadağ'ın neden çok önemli bir stratejik nokta olduğunu anlamak zor değil. Karacadağ üzerinde yer alan sayısız ufak kale ve yerleşimlerin ilk olarak kimler tarafindan inşa edildiğine dair kesin bilgi henüz yok. Buradaki bir kısım yapıyı Hitit dönemine tarihlendiren arkeologlar varsa da, ancak bunu kesin olarak kanıtlayabilecek buluntu ele geçmemiştir.
Bulunduğum belden kuzeye baktığımda, önümde doğu-batı ekseninde bir sırt hattı daha uzanıyor. Bu sırt hattına yöneliyorum. Sırtın en doğusundaki yükseltiye ulaştığımda, bu sırt üzerinde batıya doğru uzanan 4 ufak zirveden ilkine vardığımı görüyorum. Sırt traversine başlıyorum. İkinci zirveye vardığımda altimetrem 2020 metreyi gösteriyor. Bu, haritalarda Karacadağ için verilen 1952 metre irtifadan daha yüksek, ancak hava basıncındaki yoğun oynamalar kuşkusuz bu tutarsızlığın temel nedeni diye düşünüyorum, zira bugün hava basıncı 800 milibar civarında ve oldukça düşük. Bir sonraki ve üçüncü zirvede altimetrem bu kez 2025 metreyi gösteriyor. Saat 15.30’da son zirveye vardığımda ise altimetrem 2045 metre ile en yüksek değere ulaşıyor. Bu son zirvenin üstü oldukça düz ve geniş kaya bloklarından oluşuyor. Üzerinde sayısız taştan baba bulunuyor. Kim, hangi sebeple ve ne zaman buraya bu kadar babayı dikti diye merak ediyorum. Altimetremin verisine rağmen burasının Karacadağ'ın en yüksek noktası olduğunu söyleyemiyorum. Güney-doğuya baktığımda, üzerinde “Sey Kalesi”nin bulunduğu sivri buraya kıyasla daha yüksek göründüğü gibi, birisi kuzey-batıda, digeri ise kuzeyde, üzerinde “Mennek Kalesi”nin bulunduğu iki zirve de sanki buradan daha yüksek duruyor. Ancak bu gibi durumlarda optik insanı yanıltabiliyor.
Zirvenin üzerinde gezinirken ve fotoğraf çekerken, aniden kuzeyinde, hemen altındaki düzlükte 8 yılkı atına denk geliyorum. Beni görür görmez hızla kuzeye doğru uzaklaşıyorlar, ancak kısa bir müddet sonra benim onları takip etmediğimi görünce keyifli keyifli yayılmaya başlıyorlar. Zirvenin kuzeyinde yer alan bir bel, birisi doğuya, diğeri ise batıya açılan iki büyük çanağı birbirinden ayırıyor. Batıdaki çanağın içi geniş ve düz bir mera. Burada birçok taştan ağıl ve yayla evi bulunuyor, ancak bunlar ya artık kullanılmıyor, veya daha geç bir mevsimde kullanılmaya başlanıyor, zira şu anda hiç bir hayat emaresi görünmüyor. Bu çanağın batı ucunda bir zirve daha yer alıyor. Çanağın içerisine alçalıyorum. Zümrüt yeşili yüksek otların ve sarı ilkbahar çiçeklerinin arasından yol alıyorum. Burada ilk defa yüzeyden akan suya da rastlıyorum. Burası çok çekici bir kamp alanı olurdu, ancak bugünkü hedefim, iki sene önce gerçekleştirdiğim Anadolu yürüyüşüm sırasında, Karacadağ'dan geçerken keşfettiğim Ovacık yaylasının üzerindeki “Dağ Gölü” (Bu yaylacıların bu ufak gölete verdikleri yerel isim).
Günümün son zirvesine ulaştığımda, batıda, altımda Yeşilyurt köyünün damları beni selamlıyor. Buradan kuzey istikametinde 20 dakikalık bir yürüyüş bu kere beni Ovacık yaylasının güney yamaçlarının üzerinde bir noktaya ulaştırıyor ve altımda 1550 metre irtifada yer alan büyülü Ovacık yaylası açılıyor. Yaylada iki sene önce yanındaki düzlükte çadırımı kurduğum Tahir İnanlı'nın ufak kulübesini ve arkasında park etmiş traktörünü görüyorum. Ovacık yaylası aynı zamanda Karacadağ'ın kalderasını oluşturuyor. Kalderanın batı ucu çökerek Yeşilyurt köyüne dogru bir dere yatağı oluşturmuş. Ovacık'a araçla ulaşmanın tek yolu buradan.
Birkaç yüz metre doğu istikametinde ilerlediğimde, yaklaşık 1850 metre rakımlı “Dağ Gölü”nün kıyısına varıyorum. Burada da gölün etrafını çevreleyen taş barınaklar boş. Hava artık iyice kapatmış durumda. Çadırımı gölün kuzeyindeki düzlükte kurmamla birlikte rüzgar, yağmur ve şimşekler olanca şiddetiyle başlıyor. 1983 yılında müteveffa partnerim Ingrid Reuber’la Torasan dağlarını keşfimiz sırasında Cebel Başı ile Küçük Cebel Başı arasındaki yüksek sırtın üzerinde yakalandığımız elektrik yüklü fırtınadan bu yana, bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Karadağ'ın batı mahmuzu üzerinde yakalandığım elektrik yüklü fırtınada da korkmuştum, ancak “beterin de beteri varmış” derler ya, işte şimdi tam da öyle oluyor. Şimşekler sanki çadırımın içerisinde çakıyor. Gözlerimi kapattığım zamanlarda dahi ışığı, göz kapaklarıma rağmen beynimin içinde bir flaş gibi patlıyor. Ardından patlayan gök gürültüsünü altımdaki zeminde hissediyorum. Bir anda dehşete düşüyor ve yürüyüş batonlarımı çadırı kurarken hemen yanıbaşında yere saplı bıraktığım aklıma geliyor. Korku içerisinde çadırımın fermuarını açıyor, bunları tuttuğum gibi çıkarıp fırlatabildiğim kadar uzağa atıyorum. Biliyorum çok irasyonel, fakat korkumdan çadırın ağzını açıp dışarıda cereyan eden doğanın bu muhteşem oyununu seyredemiyorum. Görmek, bilmek istemiyorum. Görürsem çok daha korkacağımın farkındayım. Hani birşey olacaksa da görmeden olsun misali, devekuşlarının tehlike karşısında kafalarını kuma gömdükleri gibi! Çadırın içerisinde ayakkabılarım ayağımda, matımın üzerinde, bir tek ayaklarımın tabanı yerle temas halinde tavuklar gibi tünüyorum. Ayakkabıların taban lastiği ile matın zeminle temasımı yeteri kadar yalıttığını ve beni canlı bir paratoner olmaktan koruduğunu ümit etmekten başka çarem yok.
Fırtına olanca hiddetiyle bir saatten fazla sürüyor. Zamanla gök gürültüsü azalmaya yüz tutuyor ve ilk defa derin bir nefes alıyorum. Ancak şimdi vücudumun her yanının uyuşmuş ve tutulmuş olduğunun farkına varıyorum. Matımın üzerine uzandığımda kan dolaşımıyla birlikte her tarafıma sanki iğneler batıyor. Bir müddet sancıyla kıvranıyorum. Dışarıda yağmur ve rüzgar olanca gücüyle devam ediyor. Özellikle rüzgar, salvolar halinde çadırı yerinden sökmeye gayret ediyor. Çadırımın baş tarafını sabitleyen ve geren iplerden bir tanesi kazığından çıkıyor ve çadırın baş tarafı suratıma çöküyor. Hemen çıkıp bunu sabitliyor, diğer kazıkları kontrol ediyor ve çadırın tüm iplerini tekrar geriyorum. Dışarıya çıkmışken kaplarımı alıyor ve gölden suyla dolduruyorum. Böyle fırtınalı bir gecede, yağmurda ve karanlıkta tek başıma çadırımdan uzaklaşmak ürkütüyor. Kuşkusuz gölde binbir mikro organizma yaşıyordur. Bu yüzden ocağımı çadırın bagaj kısminda dikkatlice yakıp suyu 20 dakika kaynattığım gibi, bir de Sawyer mini filtremden süzüyor, gece için içme suyumu hazırlıyorum. Kaynayan sudan istifadeyle bir de çorba yapıyorum.
Saatime baktığımda, saati 23.30 ettiğimi görüyorum. Korkudan öylesine gerilmişim ve adrenalin depolamışım ki hiç uykum yok. Bir sağa dönüyorum, bir sola. Bakıyorum olacak gibi değil, Mp3 çalarımı çıkarıp Mozart ve Brahms’in Klarinet Konçertoları'nı dinlemeye koyuluyorum. Nihayet bir ara uykuya dalıyorum.
Günlüğümden (11 Mayıs 2018, Cuma): Saat 09.30’a kadar çadırın içerisinde keyif yapıyorum. İçeriye vuran ışıktan havanın kapalı olduğunu anlıyorum. Bir ara çadırımın üstünde yağmurun hafif tıpırtısını duyuyorum. Sıcak uyku tulumumun içerisinde ninni gibi dinliyorum. Geçtikten sonra matımı dışarı çıkarıp göle nazır kahvaltımı yaparken güneş bulutların arasından hafif çıkar gibi yapıyor ve kahvaltıma keyif katıyor. Gölün üzerini güney-doğudan gelen sis tabakası örtüyor, mistik bir atmosfer oluşuyor. Gölün çanağının etrafında yürüyüşe çıkıyor, fotoğraf çekiyorum. Anadolu yürüyüşümde olduğu gibi, bu sefer de hayatımla ilgili bir hesaplaşma içerisinde değilim. Ne geçmiş zihnimi kurcalıyor, ne de gelecekle ilgili düşünceler. İçerisinde bulunduğum anı ve güzellikleri doyasıya yaşıyorum. Böylesi keyif ve dinlenmeye ayırdığım günlerde, neden bu gibi seyahatlere çıktığımı, neden yer yer risk aldığımı bazen sorguluyorum. Verebildiğim tek cevap, “bunu yapmaktan mutlu olduğum, yürümekten ve tırmanmaktan keyif aldığım için". Bu duyguları dağcı olmayanlara anlatabilmek çok zor, biliyorum. Onlar bizim neden her an ölümle yüz yüze gelebileceğimiz vahşi bir doğa parçasına gönüllü ve isteyerek gittiğimizi anlamıyorlar.
Saat 18.00 civarında karşı kıyıdaki tepeden, sisin arasından yılkı atları sessizce, birer birer, hayalet gibi gölün kenarına iniyorlar. Önce gölün kenarındaki düzlükte oynaşıyor, koşuşuyorlar. Tırnaklarının yumuşak toprak üzerinde çıkardığı davulumsu tok ses çadırıma kadar geliyor. Taylar sıçrıyorlar, coşkuyla havaya çifteler atıyorlar. Gölün doğu kıyısından bir tilki suya iniyor ve temkinli bakışlarla etrafı süzdükten sonra suyunu içip kayaların arasında kayboluyor.
Günlüğümden (12 Mayıs 2018, Cumartesi): Sabah cok yorgun kalkıyorum. Geceyi nedense uykusuz ve kötü geçirdim. Bugün Ovacık'a inecegim. Çadırımın fermuarını açıyorum ki yine her taraf sisle kaplı. Göl dahi görünmüyor. Ağırdan alıyor ve sisin biraz yükselmesini bekliyorum, kahvaltıdan sonra çadırımı toplayıp çantamı hazırlıyorum. Ovacık'a inmeden, bulunduğum düzlüğün batısındaki zirveye çıkmak istiyorum. Burası çok yakın duruyor. Zirveye varmak yarım saatimi alıyor. Altimetrem burada da 2045 metreyi gösteriyor. Karacadağ'ın geniş kütlesi üzerindeki 5. zirveme varmaktan mutluyum. Ben dağcıyım ve ulaştığım her zirveden, bu ne kadar önemsiz ve mütevazi olursa olsun, büyük keyif alıyorum. Zirveden adımlarımı doğuya, göle doğru bir miktar geri takip edip, doğrudan Ovacık yaylasına inişe geçiyorum. Saat 13.30’da Tahir Inanlı'nın evine ulaştığımda, oğlu Oğuz'un burada olduğunu görüyorum. Kucaklaşıyor, hal hatır soruyoruz. Eve ulaşmamdan kısa bir müddet sonra yeniden gökler boşanıyor. Oğuz sabah mantar toplamış (Ovacık mantar cenneti). Harika bir mantar sote yapıyor. Öğleden sonra güneş kendini gösteriyor ve traktörüyle Tahir Inanlı’yla beraber Ankara’dan can dostlarım, gençlik yıllarımda birçok dağda kader birliği yaptığımız, Anadolu Dağcılar Birliği anılarımın ayrılmaz zenginliğinin birer parçası olan Muzaffer Özdemir, Engin Bural ve Seyhan Çamlıgüney de yaylaya beni ziyarete geliyorlar. Aynı düzlükte yan yana kurduğumuz çadırlarımız beni gençlik yıllarıma götürüyor. Akşamın ayazıyla çadırlarımıza çekildikten sonra, arkadaşlarımın çadırlarından yükselen fısıltılı konuşmaların, mırıltıların güven telkin eden müziğiyle, onların burada benimle birlikte olmalarının verdiği güvenle, eşsiz bir uyku çekiyorum.
Günlüğümden (13 Mayıs 2018, Pazar): Bugün, üzerinde “Mennek Kalesi”nin yer aldığı Ovacık yaylasının kuzey-doğusundaki zirveye tırmanmaya ve Karacadağ'ın en yüksek noktasının sırrını çözmeye niyetliyim. Oğuz burasının Karacadağ'ın en yüksek noktası olduğunu söylüyor. Anadolu yürüyüşüm sırasında “Mennek Kalesi”nin altından geçmiş, ancak tepesine çıkmamıştım. Ovacık'tan 2075 metre rakımlı zirveye varmam 1.5 saatimi alıyor. Gerçekten de burası, şimdiye kadar Karacadağ'da ulaştığım 6 zirvede altimetremin ölçtüğü en yüksek nokta. “Mennek Kalesi” tam anlamıyla zirvenin üzerine kurulmuş. Zirvenin etrafı surlar ve kulelerin yıkıntıları ile çevrili. Burasının zor erişilir konumunu ve yüksekliğini dikkate aldığımda, bu kaleyi inşa edenlerin gayretine ve kararlılığına şaşmamam elde değil. Keza bu kaleden de, “Sey Kalesi”nden olduğu gibi doğu istikametinde Ereğli, batı istikametinde Karapınar'a kadar tüm Anadolu ovasını görmek mümkün. Kalenin içerisinde, çatısı bugün yıkılmış tonozlu bir yapının ortasında, zeminde bir su kuyusu var. Bu kadar yüksekte yer altı kaynağına ulaşılmış olması ilgimi çekiyor. Geriye, Ovacık yaylasına inmem yarım saatimi alıyor. Günün geriye kalan kısmı, Ankara’dan gelen dostlarımla, akşamüstü onlar beni yeniden tek başıma bırakana değin, sohbetle ve keyif çatmakla geçiyor. Dostlarımın ayrılmaları büyük bir boşluk yaratıyor.
Günlüğümden (14 Mayıs 2018, Pazartesi): Bugün yola çıkalı tam iki hafta oluyor. Akşama Kutören köyüne ulaşarak Karacadağ traversini tamamlamayı öngörüyorum. 2016 yılında, Anadolu yürüyüşümde bu yolu yaptığımdan nispeten rahatım. Saat 09.30’da Tahir İnanlı'yla vedalaşarak Ovacık yaylasından ayrılıyorum. Tekrar “Mennek Kalesi”nin batı yamacının altındaki bele tırmanıyorum ve “Mennek Kalesi”ni sağıma alarak buradan kuzeye yöneliyorum. Bir kez daha Karacadağ'ın büyülü yüksek dünyasi içerisindeyim. Bugün yine hiç kimseye rastlamadan harika bir yolculuk yapacağımı biliyorum. Solumda (batıda) kalan bodur ormanlık alanın içerisine girmemeye dikkat ediyorum. Bu hatayı iki sene önce yapmış ve giderek sıklaşan ve bir noktada önümü kesen ağaçlardan kurtulmakta bir hayli zorlanmıştım. Ormanın doğu kıyısından, kısmen yılkı atlarının oluşturduğu patikadan çok rahat ilerliyorum.
Her yanım yeşil çayırlar ve çiçeklerle kaplı. Önümde, ufuk hattında, dalgalar halinde Karacadağ'ın kuzeye, Orta Anadolu düzlüğüne doğru alçalarak uzanan yumuşak tepeleri ve sırtları açılıyor. Hafıza ilginç bir şey. Buradan yanlız iki sene önce geçmiş olmama rağmen, kimi yerleri sanki dün geçmişçesine hatırlıyor, kimi yerleri de sanki hic görmemişçesine yeniden keşfediyorum. Özellikle de Kutören’e inen boğazın girişini hatırlayamıyor, burada tereddüt yaşıyorum. Ancak yön duygum, mantık ve biraz da sezgimle boğazın girişini buluyor ve yeniden tanıdık araziye kavuşmuş olmanın rahatlığıyla yoluma devam ediyorum. Karacadag’ın ne denli güzel ve bakir bir coğrafya olduğunu ve burayı keşfetme ayrıcalığının bana düştüğünü tekrar tekrar düşünmeden edemiyorum.
Boğazın ikiye ayrıldığı noktada soldaki kolu almam gerektiğini hatırlıyorum. Burada patika ikiye ayrılıyor. İki sene önce boğazın orografik olarak sağındaki patikayı seçmiştim ve bunun yolumu biraz uzattığı aklımda kalmış sanki. Bu kere değişiklik olsun diye boğazın orografik olarak solundaki patikaya yöneliyorum. Bir aşamada patikanın beni aşağıya Orta Anadolu düzlüğüne ulaştırmasını beklerken boğazın çıkışında sol yamaçtan tekrar batıya doğru yükselmeye başlıyor. Boğazın tabanı bir hayli altımda kalıyor. Endişe duymaya başlıyorum. Bir müddet sonra, önümdeki sırtı aşmamla ileride ufak bir köyün evlerini görüyorum. Patika beni Kızıl Gedik köyüne ulaştırıyor. Köydeki evlerin mimarisi Yunan veya Ermeni yapı tarzını andırıyor. Ancak evler oldukça kötü ve bakımsız durumda. Köy de pek fakir bir köye benziyor. Buradan stabilize bir yol beni ovaya indiriyor. Burada, iki kubbemsi volkanik koninin arasından Kutören köyüne inen kestirmeyi hatırlıyorum. Iki sene önce olduğu üzere, köye inen son yarım saatlik arazideki püskürme volkanik taşlardan oluşan bölüm çok zorluyor ve özellikle sol ayağım çok sancıyor. Saat 17.30 civarında nihayet Kutören köyüne ulaşıyorum.