Eiger_Banner.jpg

Berrak bir bahar sabahı, sokağa çıkma yasağının ikinci günündeyiz. 2020 Mayıs itibarıyla insanlığa karşı küçük bir had bildirisi niteliğindeki pandemi nedeniyle herkes evlerine çekilmiş durumda. Tıpkı dağda yakalandığımız kötü hava koşullarının bizi çadırlara hapsetmesi gibi bu kez tüm insanlar uygun koşulları bekliyor. Küçük bir farkla, dışarıda yağmur yerine SARS-CoV-2 mevcut. Tüm bu ahval ve şerait içinde çatıya urganla kurduğum salıncakta sallanıp Samsun’un estetik yoksunu fevkalade manzarasını izlerken edindiğim hissiyatları kaleme dökmek istedim.

Gökyüzü açık, hava temiz, Karadeniz daha önce hiç görülmediği kadar göz önünde, sokaklar sessiz ve şehir, şimdi dağ gibi ağırbaşlı. Bu manzarada aklıma gelen ilk şey; tüm o kirliliğin tek müsebbibi otomobillerin ve fabrikalarımızın çıkardığı gazlar mıydı? Elbette hayır; bu dinginlik, temiz havadan çok daha fazlasına haiz. Karbondioksitten ziyade insanın yokluğu sanırım bu tablonun baş mimarı. Şahsen hiçbir zaman eskiyi ve doğal olanı yücelten biri olmadım ancak burada belirtilmesi gereken bir durum var ki insan, kaostur ve bir miktar yorucudur. Dağda edindiğimiz huzurun büyük oranda insansızlıktan geldiğini düşünüyorum. Şimdi önümde serilen bu varoş manzarası bana dağda hissettiğim tatları anımsatıyor. Dağlardaki düzensizlik, her bir kayanın yaşam mücadelesi, alınan pozisyonların getirdiği durgunluk burada da mevcut. Ancak yine ufak bir fark söz konusu; dağlarda pek göze batmayan estetik noksanlığı burada korkunç boyutlarda ve biraz rahatsız edici. Peki dağlarda da var olan aynı gelişigüzellik ve plansızlık neden sadece burada rahatsız edici? Muhtemeldir ki bu noktada devreye beklentiler giriyor. Doğal olmayandan aynı zamanda güzel olması beklenirken, doğal olan güzelse kayda değer addedilip aksi durum yadırganmıyor. Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta bu değil. Dağcılık ve varoşlar arasındaki tuhaf benzerlik beni asıl şaşırtan olgu.

Kentlerdeki çarpık yapılaşma estetik kaygısı olan insanı haklı olarak sinirlendirir ve bu duyarsızlığa hayret eder. Ancak bu çirkinliğin içinden baş gösteren alaca kuyruklu pembe uçurtma gösterir ki estetik bütünüyle yok değildir; hayat mücadelesi o denli ön plandadır ki estetik, gözle görülemeyecek kadar geride kalmıştır. Tıpkı tırmanırken kurduğumuz asimetrik istasyonlar gibi, boynu bükük perlon fazlası gibi, istasyon karabinasında takılı kalmış boş takoz gibi, şapkası yamulmuş artçı çantası gibi, aceleyle friendlerin arasına karışmış sikke gibi; mücadele, estetiği paramparça etmiştir. Varoşlarda da dağdaki gibi mücadele sert ve gerçektir. Nasıl ki dağda hatırı sayılır başarılar elde etmenin kolay bir yolu yoksa aynı kural varoşlarda da geçerlidir. Schindler’in Listesi’nde bir Yahudi, “varoşlar bizim için özgürlük demektir” der; dağlar da bizim için özgürlük demek değil midir? Etrafa baktığımda sıkça gördüğüm, ev olacakken plan değişikliğiyle çatıya dönüştürülen yapılar, bana Çağalınbaşı Kuzey Duvarı niyetiyle gidip Demirkazık Batı Yüzü'ndeki Peck Kulvarı'ndan inerek zar zor nihayete erdirdiğim faaliyeti anımsatır; dağda ve varoşlarda planlar dinamiktir, şekli birey değil koşullar belirler. Sanırım bu nedenledir ki duvarda askı istasyonda başımı arkaya çevirdiğimde duyumsadığım özgürlük, huzur ve “varlık” hissi bugün evimin çatısında sallanırken izlediğim manzarayla beraber beni buldu. Tabii bu noktada bir kesişim dikkat çekiyor, görünen o ki bazı kazanımlar için ayakları yerden kesmek gerek!

Gelelim bizim küçük şaşkınlığımız COVID-19 pandemisine. Her şeyden önce belirtmek istediğim kendi şaşkınlığım. Sevdiğim bir dostumu hiç beklemediğim bir şekilde resim çizmeye yönlendiren, bana bu metni yazdıran, birçok insanı kendisiyle baş başa bırakan ve özünde insana ait olduğu yeri hatırlatan bu pandemi, görünen o ki küresel çapta neden olduğu yıkımın yanı sıra küçük ölçekte de birçok yeniliğe vesile olacak. Tüm kainatın insanın yüzü suyu hürmetine yaratıldığını düşünen türümüz, radikal bir sorgulamaya gitmese de bireysel öz keşiflerin nihayeti, bir takım değişikliklere gebe olabilir. Gündelik hayatın kaosundan bir nebze uzaklaşarak kendimizle baş başa kalmamız kendimizi tanımak adına güzel bir fırsattır. Bu vesileyle patronun istediği raporu nasıl yetiştireceğimizi düşünmek yerine gerçekten nelerden zevk aldığımız üzerine kafa yorabiliriz. Belki de hangi hüzünlerimizin daha keskin olduğu, öğlen hangi yemeği yiyeceğimizden daha önemlidir; bu tartışmayı değerlendirmeye açmak için pandemi, çok güzel bir fırsat olabilir. Ben bu fırsatı hep dağda emniyet alırken yakalardım. Tırmanan partneriniz gözden kaybolduktan sonra duvarla yüz yüze kaldığınızda yapılacak çok bir iş yoktur. Ya içinde bulunduğunuz durum üzerine kafa yorarsınız ya da pandeminin sunduğu imkanlara uzanırsınız. Tırmanış sorunsuz ilerliyorsa ben güzel sorgulamalara yönelir ve dağın bana sunduğu ortamı bu işe vesile kılarım. Şimdi görünen o ki karantina, bu kez tüm insanlığı duvarla yüz yüze bıraktı. Bence bu noktada yapılması gereken içinde bulunduğumuz durumdan azade olup, kendimizi keşfetmeye yönelmek. Çünkü tıpkı varoşlarda ve dağda olduğu gibi hayatta da şekli, birey değil koşullar belirler. Koşullarla uğraşmak yerine kendini tanıyarak güçlenen birey mevcut şekle uygun avantajlı bir durum elde edebilir ve bence mutluluk her şeyden önce kendini bilmektir.

Dağcılığın bana kattığı en önemli kazanımlardan biri de mevcut koşullara göre şekillenmektir. Tüm dağcılar bilir ki faaliyetin başarısı dağın iznine mahkumdur. Sizin ne kadar iyi olduğunuzdan, işinizi ne kadar doğru yaptığınızdan bağımsız olarak nihai başarı koşullar neticesinde belirlenir. Hiçbir ölümlü çığ ihtimalinin kesin olduğu bir yüzeyi mevcut planını değiştirmeden geçemez, en yetenekli kaya tırmanıcısı slab yüzeyi örten ince kar örtüsü üzerinde yükselemez, WI7 tırmanmanız kopmak üzere olan WI2 zorluğundaki şelalede sizi muvaffak kılmaz. Bu durum tıpkı pandemi gibi size haddinizi bildirmek hususunda son derece yetkindir.

Dağcılık doğası gereği insan egosuyla yakın ilişki içerisindedir. Dağcılar olarak büyük çoğunluğumuzun dağla ego bağlamında bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Kimimiz yüksek olan egomuzu törpülemeye çalışırken, kimimiz de onu beslemeyi hedefliyoruz. Dağ, bu iki ihtiyaç için de ideal ortamı bizlere sunmaktan geri kalmıyor. Son sözü söylemede koşulların hakimiyeti egomuzu törpülemek için müthiş bir fırsat sunarken, dağdaki başarıların “gerçekliği” de egomuzu beslemek için biçilmiş kaftan. Buradaki “gerçekliği” açmak gerekirse; ben bunu olası olumsuz durumların neden olacağı sonuçların kaçınılmazlığına bağlıyorum. Örneğin olası bir düşüşte ölebilir, sakatlanabilir, sakat kalabilirsiniz, bir çığ ile partnerinizi kaybedebilirsiniz. Tüm bunlar keskin, geri dönüşü olmayan radikal değişimlerdir ve hepsi gerçektir. Ortaya koyduğunuz mücadeleyle beraber, bu gibi olumsuz ihtimalleri alt ederek elde ettiğiniz kazanım da şüphesiz gerçek ve doyurucudur. Sonuçları arasında ölümün olduğu bu pandemi de tıpkı dağcılık gibi bizi gerçekle yüzleştirmektedir. Egolarımızı törpülerken aynı zamanda uygun tırmanış koşullarını sabırla beklediğimiz takdirde bize mutlak bir zafer sunacaktır. Biz dağcıların aşina olduğu gibi şimdi zaman, çadırda fırtınanın dinmesini bekleme zamanı. Beklerken kendimizi tanımayı seçebilir ya da tıpkı Uludağ’daki yatışımızın 3. gününde yaptığımız gibi tulumdan çıkmadan başımızı ayak kısmına götürmeye çalışabiliriz.

Hayat, iç içe geçmiş benzerlikler bütünü mü yoksa beynimiz, her şeyi birbirine benzetmeye meyledecek şekilde mi evrimleşti bunu bilemiyorum. Ancak bu çağrışımlar bana neden dağcılık yaptığıma dair sağlam dayanaklar sunuyor. Görüldüğü kadarıyla dağlar adeta yaşamın bire bir ölçekli haritası niteliğinde. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim, karakterimi şekillendiren varoşlarda öğrendiklerimi dağlara; dağlarda öğrendiklerimi de hayata uyarlarken hiç zorlanmadım. Bizi şekillendiren koşulların farkında olarak şekillenmenin işleri kolaylaştıracağını düşünerek; dağlarda kazandığımız durum okuma yetisini gündelik hayata yansıtmanın bizim için son derece faydalı olduğu aşikardır.

İletişim:

Şükrü Sarı

sukrusari94[et]gmail[nokta]com