
"(...) Her zamanki o köşeyi döndüğümde, telden kafesin içinde duvar gözüküverdi. Tutamaklar, rengârenk ve çeşitli şekillerde… 'İşte olm! Aşiyan burası!' deyiverdim içimden. İçeri girdim, kimse yoktu. Çantamı yere koydum. Gözüme bir şey takıldı birden bire:(...)"
Burak Özdoğan, 1999 senesinin Aralık ayında kaleme aldığı bu yazıda, tırmanışa körü körüne bir tutkuyla bağlı olduğu o tarihlerde yaşadığı bir 'ilk gece'yi sizlerle paylaşıyor.
İlk Gece(*)
Elimden geldiğince önümde dingince duran sınav kağıdını doldurmaya çalışıyordum ama elden pek bi halt gelmiyordu doğrusu. Hoca dört soru sormuştu. Aslına bakarsanız her soruya başlayacak kadar bişiler de biliyordum, gelin görün ki çözümün sonunu getiremiyordum. Belki sadece sınavdan önce fazladan birkaç cümle daha okumadığım, belki sadece birkaç örnek soru daha çözmediğim için oluyordu tüm bunlar. Kafamı kaldırdım ve benimle birlikte aynı sınavda ter döken diğer çocuklara baktım. İçlerinde bi şeye benzetemediğim -hakikaten benzemiyorlar ama ya.. - kimi herifler nasıl da bir an bile durmadan, harıl harıl yazıyorlardı! Biz ise parmaklarımızın arasında kalem çeviriyorduk, marifetmiş gibi.
Böyle anlarda öylesine kızıyorum ki kendime. Yapabileceğim, becerebileceğim bir takım şeyleri becerememek, BAŞARISIZ olmak. Hepsi sadece kıçı kırık şu dört adet soru yüzündendi. Bu dört sorunun tümünü de yapabilirdim eğer yapmak isteseydim gerçekten, sadece kayaya ayırdığım vakitten birazcık daha feragat ederek hem de. Birazcık daha az tırmanıp birazcık daha az düşünebilseydim kayayı... Ama olmuyordu işte. Masaya ne zaman ders çalışmak için otursam bir süre sonra önümdeki müsveddeler rota isimleriyle, terim terim kaya teknikleriyle, antrenman notları ile doluyordu. Kendime verdiğim telkinler de cabası:
"Ekmek yasak, günde sadece 15 adet bisküvi ye, daha fazlasını yeme, hafta içi et yeme, kahvaltıda muzun üzerine bal fazla dökme, mayonez diye bir şey yoktur, dünyada sadece bir tek tavuk vardır o da günde sadece bir tek yumurta yumurtlayabilir... "
Sonuçta olmuyordu işte, yeterince çalışamıyordum. Annem popomda kurt olduğunu söyler hep, yerimde duramazmışım. "İki dakka oturamıyor çocuk şu çalışma masasında." diye dert yanar babama. Babam da, garibim; gülse mi ağlasa mı bilemez. Bazen arkadan sinsice yaklaşırlar ben ders çalışırken, defterimin arasında dağcılık ile ilgili bir şeyler var mı diye bakmak için. Ben her ne kadar sadece kaya da tırmansam, onlara göre hep dağcıyımdır. "Baba ya! Ben Kaya tırmanışçısıyım... Anlayın artık şunu."
Hocamız sandalyelerin arasında volta atıyordu. Sınıftan ilk çıkan olmak istemiyordum, bundan nefret ederim. Benden önce birileri davransın diye bekliyordum bir taraftan da pencereden dışarıyı kolluyordum, hava kararmadan çıkmam gerekiyordu, antrenman yapacaktım. Üslüne üslük sidik torbam limitlerini zorlamaya başlamıştı. Gözüm sınıf tahtasının yanındaki duvarda, yerden bir buçuk metre kadar yüksekteki ayak izine takıldı. Bu izi ben bırakmıştım iki sene kadar önce. (Boreal) ACE'lerimi, hayatımdaki ikinci kaya tırmanış ayakkabımı satın aldığım gün gaza gelmiş ve sınıf tahtasında piaz tekniği yaparak yükselmeye kalkmıştım. O sıra olmuştu bu iz, parmaklarım kaymış ve –çok affedersin- göt üstü tahtanın önünde yere yapışmıştım. Altımı alan yoktu. Karizma mı ne oldu? O sıralar pek önemli değildi...
Neyse ki sınıfın zeki oğlanı Mert bütün soruları yapmış olsa gerek ki, o gulyabani boyu ile ayaklanıp kâğıdını masanın üzerine gayet muntazam bir şekilde yerleştirdi ve terk ediverdi sınıfı. Allaaah, durmanın lüzumu yoktu daha, hemmen ben de ayaklandım, sınav kâğıdımı hocanın eline tutuşturup koca çantamı sırtlanarak kendimi sınıftan dışarı attım. Paldır küldür tuvalete doğru ilerlerken bölümümüzün koridorundaki panoya ilişti gözüm. VARYASYONEL ANALİZ dersinin ilk vize notları asılmıştı.
Burak Özdoğan 00
Takmadığım sanılmasın böyle şeyleri tam tersine inanılmaz bir huzursuzluk yaratıyor bende. Bu dersin neredeyse tümüne devam ettim, defterimi gayet düzenli tutmuştum. Ama gel gör ki vize olacağımız günün önceki günü okulda deli gibi boulder yapmış ve dağılmıştım. Defteri açmıştım önüme eve gelince ve aynı sayfayı belki de en az otuz sekiz kere falan okumuşumdur. Halen hiçbir şey hatırlamıyorum o sayfaya dair, garip tabii. E doğal olarak sınavda hiçbir şey yapamadım, yani tamamen boştu kâğıdım. Ben de böyle bir kâğıdı vermek ayıp kaçar diye idealist cümlelerin bol keseden dizildiği bir kompozisyon yazıverdim. Hesap bu ya, matematikten çakmıyoruz belki edebiyattan bi kaç puan toplarız diye düşündük. Herif sıfır vermiş. Üstelik çift sıfır: 00.
Saat 16:30 'du. 17:00 gibi hava kararıyordu o günlerde. Vakit kaybetmeden okulumuzun yapay tırmanış duvarına doğru depar atıverdim. Her zamanki o köşeyi döndüğümde, telden kafesin içinde duvar gözüküverdi. Tutamaklar, rengârenk ve çeşitli şekillerde… " İşte olm! Aşiyan burası! " deyiverdim içimden. İçeri girdim, kimse yoktu. Çantamı yere koydum. Gözüme bir şey takıldı birden bire: Spotlar! Bir süredir okulun elektrikçisini sıkıştırıyorduk duvarın ışıklandırılması için. Sonunda bu işi halletmişlerdi, duvarın spotları takılmış ve son kalan iş, spotların kaynaklanma işi, bitmişti. Yani artık geceleri de tırmanabilecektik! Ama önce hava kararmalıydı.
Tırmanma moduna girdim hızlıca. Bilirsiniz işte, kıça taytı geçirdim, frikşınlarımı bağladım, toz torbamı taktım. Tabii walkman'i unutmamak gerek. İlkokul 4'deki kuzenimden ödünç almıştım walkman'ini. İlk walkman'im bir tırmanış sırasında, Percussion rotasından aşağı metrelerce düşüp dağılmıştı. Okan'dan ödünç aldığım ikinci walkman ise o dönem dinlediğim SLAYER'i, Wagner'in Uçan Hollandalı 'sını andırırcasına çalmaya başlamıştı; miadını doldurduğunu anlamıştım bunun da.
PLAY'e bastım sonra da kronometremi başlattım. Tutamakların üzerinde bir ceylan gibi -bana öyle geliyordu en azından- geziniyordum. Estetik olmalıydı her hamle, öyle ki beni biri izliyorsa eğer hamlelerdeki ahenkten ve bedenim ile tutamaklar arasındaki bu uyumdan ötürü zevkten çılgına dönmeliydi -abarttım tabii ama en azından görsel bir tat almalıydı-. Tempomu müziğin ritmine uyduruyordum, kendi kafamda kendi tırmanış videomu çekiyordum. Bir pozisyondan diğerine aktarırken vücudumu, aldığım zevk bambaşkaydı. Tırmanmak! İşte bu benim yaşamımdaki enstrümanımdı. Kaç derece tırmandığım, en iyi olup olmadığım... O an bunların hiçbir önemi yoktu. Tırmanıyordum, keyif alıyordum. Tutamakların üzerinde iken, benim ile dünya arasına sanki bir tül perde çekiliyordu. Ne sınavlardan aldığım çift sıfırlar, ne diğer başarısızlıklarım… Benim ilgilendiğim yegâne şey bedenim, ruhum ve -yapay ya da gerçek fark etmez- kaya üçlüsünü bütünleyen kutsal -ya da ucuz fark etmez- uyumdu. Düşünmek ve düşündüğün şeyi bedenin vasıtası ile soyuttan somuta geçirmek. Bir hayali gerçekleştirmek, bir tırmanış problemini çözmek...
Beş dakikalık bir ısınmayı ve kol şişirmeyi takip eden tipik dinlenme seansı sonrasında artık hava kararmış sayılabilirdi. Vakit gelmişti, spotları yaktım. Tüm tutamaklar üzerine sanki yaz güneşi vurdu bir anda. Spot ışıkları altında tek başımaydım şimdi. Tüm ışıklar bana dönüktü, onların parlaklığından dışarısını pek de iyi seçemiyordum, gözümü alıyorlardı. Spotlar altında tırmanmak; heyecan vericiydi bu durum, PLAY'e bastım ve sesini kökledim walkman'imin, tırmanmaya başladım bir kez daha. Spot ışıkları altında seyircilerin önünde tırmanmak, Dünya Kupası'nın bilmem kaçıncı ayağında tutamaklar üzerinde bir puan daha alabilmek için yükselmek... Dergilerde gördüğümüz ve dibimizi düşüren, bize iç çektiren o resimler. Legrand'ın bilgisayar gibi çalışan aklı ile çözümlediği inanılmaz müsabaka problemleri, rotaları, Yuji'nin harikulade tekniği, Saharma'nın spot ışıkları altında parıldayan pür kuvvete dayalı inanılmaz dinamik hareketleri, Katie Brown'ın statik hamleleri... Ve onlara özenen ben. Tıpkı mahalle aralarında top oynayan sümüklü veletlerin ayaklarında sürdükleri top ile kaleye doğru ilerlerken "Evet Roberto Carlos... Roberto Carlos.. Şut ve Gool!!" gibi cümleler kurmaları ve kendilerini o üstat futbolcular olarak görmeleri gibi ben de üstat tırmanışçılar ile aynı atmosferi tadıyor hissine kapılmıştım. Belki hiçbir zaman Legrand veya Yuji ile el sıkışıp aynı müsabakada kapışmayacağım, biliyorum ama her ne kadar onlar gibi iyi tırmanamasam da, onlar ile ortak bir yönüm var ki o da tutkum. Ben 5.14 tırmanan biri değilim, belki hiçbir zaman tırmanamayacağım da ama ben de en az onlar kadar çok seviyorum tırmanmayı. Onlar bu zevki 5.13’lerde 5.14’lerde tadarken ben 5.10’larda, 5.11’lerde tadıyorum.
Tozlu ellerimin tuttuğu tutamakların ardından göğe yükselen kontrplağın bittiği yerde koyu lacivert gökyüzünü görüyordum. Göğe kadar 5.10 gitse belki de yıldızlara dek tırmanabilirdim, en azından denerdim.
Aylar önce sokak lambasının loş ışığında Burhan Felek'in örme duvarında çalışırken şimdi şimşek gibi bir duvarın üzerindeydim. Nereden nereye... Aylar önce Anadolu Hisarı'nın duvarında tacizlere aldırmadan tırmanmaya çalışıyordum Doğan, Uğur ve Öztürk'ün de bir zamanlar tırmandıkları bu tarihi tutamaklarda. Aylar önce kendimize yeni bir antrenman alanı ararken Cemal ile bir lağım kanalına girmiş, donumuza kadar ıslanmış, Çengelköy'ün üstlerinde bir ormanda kaybolmuştuk. Onca şeye rağmen bulduğumuz kayalıklar çürük çıkmışlardı, elimizde patlayıp duruyorlardı.
Bir gün otobüsle giderken uzakta gördüğüm bir kaya parçasına bakıp buğulu camdan, süper bir boulder kayası keşfettiğime inanmıştım Çamlıca'nın eteklerinde. Bu kayayı bir sırmışçasına Okan'a anlattım ve keşfe çıkmaya karar verdik. Ertesi gün üzerine bırak tırmanmayı, yürüyerek dahi tırmanılabilen bir kaya olduğunu anladığımızda Okan ile hayallerimiz yıkılmıştı. Çamlıca Tepesi'nin eteklerindeki bu kayanın tepesinde oturup İstanbul'a baktık. Gözlerimle neredeyse tüm boğazı taradım, ama beton yığınlarından, cam çehreli binalardan başka bir şey görememiştim. Çok şey istemiyorduk ki, istediğimiz tek şey şehir içinde antrenman yapabileceğimiz –çok affedersin- döt kadar bir kaya parçasıydı sadece. Koca İstanbul'da döt çoktu ama kaya yoktu… Neler yapmadık ki yeni örme duvarlar, doğal kaya parçaları bulmak için...
Oysa şimdi, sadece tırmanış için ayrılmış bir mekânda, kendi kulübümün yapay tırmanış duvarında, bilmem kaç parça, rengârenk tutamakların ve basamakların arasında, üstelik spotlar altında çalışıyor, tırmanıyordum. Aldığım keyfi anlatmam o kadar zor ki tam olarak sizlere.
Ve bir problem... Birkaç hafta önce Doğan (Palut) ve Uğur (Yılmaz) ile denediğimiz ama yapamadığımız bir hamleye kafam takılmıştı. Ben yapılabileceğine inanıyordum, Uğur ve Doğan ile birlikte çalışmıştık ama olmayınca başka bir probleme yönelmiştik. Dışarıdan basit ve bariz bir dinamik hamle gibi algılanabiliyordu ancak bir süre denedikten sonra kesinlikle böyle olmadığını, kendine has bir mekaniği olduğunu ve hamlenin başarılı olabilmesi için birçok parametrenin kontrol altında tutulabilmesi gerektiğini keşfettim. Hamleyi özetlemek gerekirse, sol ayağınız hemen poponuzun altındaki bir basamakta ve iki elinizde göğüs hizasında sloperımsı tutamaklarda. Sağ bacağınız ise boşta, görevi dengeyi sağlamak. Amacınız epey yukarıdaki bir slopera sağ eliniz ile dinamik bir hamle yaparak ulaşmak. Başarısız denemelerimde sürekli neden yapamadığımı sorgulayıp durdum ve hamledeki hataları eleye eleye doğru mekaniği keşfetmeye başladım ilerleyen saatlerde. Artık gökyüzü lacivert değil karanlıktı.
Sonuca yaklaştığımı hissediyordum. Anladım ki, hamle sırasında sol el bir süre vücudu önce yukarı doğru, sonra da kayaya doğru çekmeli idi. Sağ el ise önce vücudu yukarı çekecek ve bir süre sonra da çekmeyi kesip itmeye başlayacaktı ve kol dikleştiği an, el hedef tutamağa bir smaç yapıştırırcasına gitmeliydi. Bu sırada gövde bir yay çizmeli ve hamlenin sonlarında kayaya yapışacak kadar yakın olmalıydı. Sol bacak ise dikleşene kadar açılmalıydı ki, sol kol ile sol bacak arasında bir kontrabalans kuvveti doğarak vücut kayada kilitlenebilsin.
Bu temel verilerin ışığında iki saatlik bir deneme yanılma seansı sonrasında hamleyi ilk kez yaptım. Hemen sevinmeyi bırakıp nasıl yaptığımı hatırlamaya çalıştım, fark edemediğim başka detay var mı diye. Sonra birkaç başarısız denemenin ardından gene hamleyi becerdim. Vakit ilerledikçe başarı yüzdem iyice arttı ve hamledeki hataları daha da azalttım. Sırada bu kilit hamlenin üzerine kurulu rotayı bitirmek vardı. Rotayı baştan sona bağlamaya çalıştım. Kilit hamle, boulder rotamın üçüncü hamlesiydi. Bu hamleden sonra iki adet daha zorlayıcı hamle vardı.
Walkman'imin pili bitti. Sessizlik... Okulda kimse kalmamış gibiydi. Rotamı bitirmeden oradan ayrılmak istemiyordum. Öyle ki rotayı tebeşirle işaretlemiş ve bir de isim vermiştim ona: "İLK GECE". Bu rotayı bir şeylere armağan, bir şeylere teşekkür olarak bitirmek ve öyle terk etmek istiyordum orayı.
Birkaç hamlenin sonrasında gene kilitteydim. Detayları şöyle bir gözümün önünden geçirdim ve hamleyi denedim. Evvet! Oldu işte bu sefer. O slopera bir böcek gibi yapışıp kaldı sağ elim. Diğer hamleleri peşi sıra yapmaya başladım ve son hamleye geldim. Yorgundum ve bu son hamleyi yaparken anırmaktan alamadım kendimi. Okulun boş binaları arasında hayvani anırmam yankılanıyordu. Sadece birkaç santim sonra şu sarı tutamağı tutacak, rotamı bitirecektim.
Spotları kapattım. Toz içindeki beremi taktım, çantamı sırtladım. Sahne ışıkları sönmüş, şov bitmişti. Taytımı ve terli frikşınlarımı çıkartmış, gene pantolonumu ve kazağımı giymiştim. Çift sıfırı aldığım sınavda da, birkaç saat önce çıktığım ve başarısız geçen sınavda da üzerimde bu pantolon ve bu kazak vardı işte. Parmaklarımı saran yıpranmış bantlar hala parmaklarımdaydılar. Antrenmanlarımdan sonra onları çıkartmaya kıyamıyordum, benim minik madalyonlarımdılar, günlük madalyonlarımdılar. Çalıştığımı, çabaladığımı anlatıyorlardı ya da bu pantolon ve kazak içinde dahi olsam, bana aslında bir tırmanıcı olduğumu hatırlatmaktan veya belki de sadece acı çektirmekten başka bir işe yaramıyorlardı.
Duvarın kapısını kilitledim. Tellerin ardındaki rotama bir de uzaktan baktım. Birkaç saat önce “İLK GECE” diye bir şey yoktu. Sadece bir hayal idi bu. Benim hayalimdi, gerçek olacağına inandığım bir hayaldi.
Beşiktaş’a doğru YILDIZ yokuşunu parmak uçlarımda inerken, geride bıraktığım sessiz ve karanlık içindeki tırmanış duvarının bir köşesinde mavi tebeşir ile yazılmış şu iki sözcük vardı: "İLK GECE". Ve artık bir hayal değil, gerçekti. Benim gerçeğimdi.
Burak Özdoğan
16/12/1999
iletişim: burak.ozdogan[at]tirmanis.org
(*) : Yukarıdaki metni 1999, Aralık ayında kaleme alıp aynı tarihlerde YTUDAK Posta Listesi'ne göndermiştim. Yıllar sonra ilk kez tekrar okuduğumda (Aradan on yıl geçmiş!) yer yer kendime güldüm, amma da abartmışım dedim, yer yer kendimi mahcup hissettim yer yer de nostaljik bir duygulanımla "Ne günlerdi yaa..." diye iç geçirdim. Metni ilk yazdığım halini çok bozmadan, kabaca ufak tefek imla vb. düzeltmelerle (Pınar, teşekür ederim) elden geçirip sizlerle paylaşmak istedim. Beğeniyle okumanızı dilerim, burak özdoğan.