Paul Preuss, beşini tırmanışa adadığı 27 yıllık ömrüne 1200 civarında kaya tırmanışı, kayak ve dağcılık rotası sığdırıp, gelmiş geçmiş en etkileyici tırmanışçılardan biri olarak tarihteki yerini almıştır [1]. [O] Doğuştan üstün yetenekli ve çalışkan, korkusuz bir şahsiyet; hakiki bir tabu yıkıcı; bunun yanında bilimsel açıdan titiz, nazari felsefeye tutkun [...] Hem kültürel hem de dünyevi bir adam; kadınların gözdesi, satranç oyuncusu, dansçı ve öğretim üyesi; Stayrlı [2] kıyafetiyle zamanının en dik, ürkütücü ve [geçit vermeye] direnen kaya duvarlarına tırmanan bir adam. Hem de ipek kravatıyla!” [3]
Kanımca, böylesine bir betimlemeyi hak edecek bir zat ile karşılaşmak artık pek de mümkün değil. Aynı bir süper kahraman prelüdü gibi, değil mi? 'Kadınların gözdesi' ve 'ipek kravat'ı mübalağalı bulanlar, lütfen fotoğrafla belgelenmiş manzarayı incelesinler (Foto 1)! Lakin kaçımız onun adını duymuş ya da onu biraz tanıyor? Günümüzde artık neredeyse unutulmaya yüz tutmuş Preuss'u, Messner sıkça anmasa belki de tarihteki diğer sessiz kahramanların yanında yerini alacaktı [5]. Neyse ki durum bu kadar dramatik değil; hatta Paul Preuss'un sahip olduğu çekiç, Messner'in kurduğu ilk Alpinizm müzesinin de temelinin atılmasında rol oynamış [6]:
“… 1968 yılının bir sabahı, posta deliğinden bir mektup düşer Messner'in paspasının üzerine. Gönderen 96 yaşında, narin, Avusturyalı bir hanımdır. Mektubunu yazma sebebi basittir: eski sevgilisi olan Paul Preuss'un, yüzyılın başından kalan tırmanış çekicini Messner'e teslim etmek istemektedir. II. Dünya savaşından hemen evvel, Preuss'un ölümünden beridir hiç kullanılmamıştır çekiç. Messner ve Preuss'un birçok ortak yönleri olduğunu ifade etmektedir hanımefendi: her ikisi de dağların fiziksel ve soyut zorluklarını aynı cüretkârlıkla kucaklayan, zirvelerin filozoflarıdır. Hanımefendi, Preuss'un sevgiyle andığı mülküne en uygun yeni sahibin Messner olduğuna inanmaktadır.”
İsterseniz Messner'in anekdotuna kulak verelim:
“Hanımefendi bana bu çekicin, [Preuss’un] ölümünden sonra benzer zihniyette birine verilmesinin uygun olduğunu söyledi. Veya ben bu çekici bir müzeye koymalıydım. Böylece bir müze inşa etmek zorunda kaldım. Ve şimdi o müzeden altı tane daha var.”
Elbette Messner'in sırf eline bu tarihi çekiç geçti diye dağcılık müzeleri zincirini kurmaya başladığına inanmak biraz saflık olurdu. İsterseniz bu tartışmayı başka bir zamana bırakalım; ama meraklı okuyucu dilerse Messner'in hayatını konu alan National Geographic röportajını ve makalesini okuyabilir, alpinizm müzelerinin kuruluşuna giden yolculuğun ipuçlarını kendisi değerlendirebilir [7]. Yine de son tahlilde şunu anlıyoruz ki, çekicinin nezdinde Preuss'u dağcılık müzesinin kuruluş sebeplerinden biri olarak addetmek, mevzu bahis şahsiyetin fevkalade önemli olduğunu gözler önüne seriyor - ki daha kendisini tanımaya başlamadık bile!
***
İsmini ilk defa Uğur Uluocak'tan duymuştum Preuss'un. Tek başına, ne bir emniyet aleti ne de ip kullanarak tırmandığı dik duvar rotalarının inişini de aynı yerden yapan ve bu tarz bir dağcılığı da en üst etik değer olarak savunan bir adam olarak. Elbette bu tanım son derece basit ve yetersiz. Bugün Preuss'u hatırlıyorsak, tırmanış tutum ve değerlerini yayınladığı altı maddelik meşhur etik manifestosunun da yer aldığı sikke tartışmaları Mauerhakenstreit sayesindedir. Sikke tartışmalarına yazının ilerleyen kısımlarında değineceğim. Bunu yapmadan önce yolumuz azıcık da olsa dağcılığın 19. yy. ikinci yarısı ve 20. yy. başındaki tarihinden geçecek. Dağcılık tarihini, daha geniş anlamıyla tırmanış ve eylemlerin yapıldığı dönemin sosyal ve ekonomik konjonktürü ve teknolojik gelişmişliği üzerinden ele almaya çalışacağım (örn. [8]). Ama önce Preuss'u biraz daha fazla tanıyalım, çünkü her süper kahramanın bir amacı vardır ve bir takım düşmanları…
1) Kısa bir biyografi
Paul Preuss, Yahudi kökenli [9] Macar asıllı piyano öğretmeni baba ile bir baron için özel öğretmen olarak çalışan annenin üçüncü çocuğu olarak, 1886 yılında Altaussee'de dünyaya geldi [10, 11]. Çok ufakken çocuk felci benzeri bir viral enfeksiyon yüzünden altı yıl boyunca tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu [12]. Babasıyla yaptığı amatör botanik yürüyüşleri, dağ gezintileri ve jimnastik sayesinde tekrar ayağa kalkabildi; çocukluğu boyunca evlerinin civarındaki dağlarda çoğunlukla tek başına [1], bazen de arkadaşları ve ablalarıyla [özgürce] dolaştı [13]. 11 yaşlarındayken ilk zirvelerini çıkmaya başlamış, dolayısıyla dağcılık kariyerine adım atmış bulunuyordu [11]. Alpinizme olan ilgisi arttıkça, bu amaca yönelik antrenmanlar yapmaya başladı. Bunlardan en ilginci ters çevirdiği iki bardağı giysi dolabının üzerine koymak ve bunlardan destek alarak kendini yukarı çekmek yöntemiydi [11]. Normalde bu cümlede bar-fiks çekmek fiilini kullanmam gerekirdi, ancak Preuss’un yaptığı bar-fiks ile taban tabana ters. Bar-fiks, sabit boru demektir. Oysa bu yöntemde ne ortada bir boru vardır, ne de parçalar sabittir. Böylece kırılgan ve oynak tutamaklarda dengeyi ve tatbik edebileceği kuvveti çalışmış oluyordu. Bunun yanında tek kol ile bar-fiks çekmek de rutin antrenman programında yer almaktaydı.
Preuss, 1906 – 1910 yılları arasında Viyana ve Münih’te biyoloji ve kimya tahsili yaptı. 1912’de doktora derecesini aldıktan sonra Münih Üniversitesi Botanik Enstitüsü’nde asistan olarak çalışmaya başladı [1, 3]. 1907 yılında Münih'te biyoloji tahsili yaptığı sırada Alexander Hartwich ile tanıştı ve ikili dağ sporlarına akın etti [3]. 1908 yılında ise Preuss, Plan kulesi kuzey yüzündeki Pichl rotasından yükselecek ve spor tırmanış değeri taşıyan ilk çıkışını yapmış olacaktı. Üstelik bu rota, tam da dönemin belli başlı anti-semitistlerinden olan ve Alman & Avusturya Alpin kulüplerinde zorbalığıyla bilinen Edward Pichl'in açtığı rotadır [3]. Preuss, birkaç yıl içinde kancasız tırmanma konusunda mükemmelleşti ve dönemin seçkin tırmanışçılarından biri haline geldi. Giriş kısmında da belirtiğim gibi Preuss 1200 civarında tırmanış gerçekleştirmiş ve bunların 300'ünü tek başına yapmıştır [11].
Preuss’un sansasyonel ilk ve/ya solo tırmanışları arasındaki Campanile Basso (Guglia di Brenta) doğu yüzünü iki saatte, hiçbir teçhizat kullanmadan tırmanışı (29 Temmuz 1911); aynı sezon Paul Relly ile yaptığı Corozzon di Brenta'nın yaklaşık 1000 metrelik kuzeydoğu yüzü tırmanışı; Totenkirchl batı yüzü; Silvretta’da ilk çıkışını gerçekleştirdiği çoğu kaya tırmanışı rotası; Relly ile Tre Cime di Lavaredo - Cime Piccola'yı Drei Zinnen dağ kulübesinden başlamak suretiyle Fehrman baca rotasından 8 saatte çıkıp inmeleri; ertesi gün (6 Eylül) ise V- derece zorluğundaki Cime Piccolissima kuzeydoğu yüzünü çıkıp aynı rotadan hiçbir emniyet aleti kullanmadan inmeleri; Sassolunga, Cinque Dita ve Sassolevante'nin bir günde solo traversini tamamlaması göze çarpan birkaç tanesidir [1, 10].
Preuss'u sadece bir kaya tırmanıcısı olarak yansıtmamak lazım. Batı Alplerde Ugo di Vallepianna ile Mont Blanc masifinde gerçekleştirdikleri Aiguille Noire de Peuterey / Pointe Gamba güney sırtı ve doğu yüzü tırmanışı (20 Temmuz 1913), yine ikilinin Punta Innominata güney sırtı (28 Temmuz) çıkışı, bir seferde yaptığı Matterhorn ve Breithorn traversi dönemin deneme tahtaları arasında. Bunların üzerine bir de Gran Paradiso'nun ilk kayaklı tırmanışı ve Monte Rosa'nın ilk kış çıkışını eklersek, dağcılığın her alanında yetkin bir Preuss çıkıveriyor karşımıza [1, 10].
Birçok kaynakta Campanille Basso tırmanışının önemi vurgulanır. Campanille Basso, Preuss’un dönemindeki en zor kaya tırmanışı rotasıydı. Alexander Huber, Preuss’un çıkışını aşağıdaki benzetmeyle özetliyor:
“5.8 derece zorluğundaki bir rotanın o zamanın ulaşılan en büyük zorluğu olduğunu düşünürsek, bu başarı günümüzde çok ip boylu 5.14’lük bir rotanın serbest solo çıkılmasıyla eş değerdir.” [40].
Preuss’un bu rotayı gerisin geriye indiğini tekrar ifade etmek istiyorum!
2) Zeitgeist
Bu bölümde Preuss'u anlamak için kendinden önceki yarım asırlık döneme ve zamanının ruhuna hızlıca bir göz atacağız. Daha evvel birçok kez söylediğim gibi, dağcılık tarihi yalnızca çıkılan zirvelerin kronolojisi anlamına gelmez. Dağcılık tarihi, geniş bir perspektiften bakıldığında, dönemin sosyo-kültürel koşullarına, hâkim ideolojilerine ve teknolojik gelişmişliğine –sosyolojik anlamda- hassas ve bağımlı bir alt-küme oluşturmaktadır [14, 15].
2.1) Kentli orta sınıfın yükselişi, romantizm ve dağcılık
19. yüzyılın ikinci yarısı, İngiltere'de savaşsız geçen ve kısmen bu sayede ticaret, kültür ve sanatta önemli gelişmelerin olduğu Viktorya dönemi (1837 - 1901) olarak anılır. Doğal olarak, İngiltere'nin sulh içinde olduğu bir dönemin dünya barışı için epey hayırlı olduğunu söylemek yerinde olur. Endüstri devrimi (1750 - 1850), kentli orta sınıfı oluşturmuş ve bu ekonomik büyüme ve siyasi istikrar döneminde zenginleşmesine olanak sağlamıştı. Ayrıca sanat, edebiyat ve düşünce dünyasında Romantik akım, aristokratik sosyal ve politik normlara başkaldırıyor, bilimin doğayı rasyonalize etme çabasına karşı duruyordu [16]. Tabii ki büyük toplumsal dönüşümlerin cereyan ettiği dönemlerde çatışmaların çıkması olağandır. Bu dönemde başta gelen açmazlardan birisi “elitizm – popülizm” tartışması olmuştur. Romantikler güçlü duygusal uyarıları estetik deneyimin kökeni olarak görüyor; özellikle de yabanıl doğanın yüceliğiyle yüzleşmenin doğurduğu tahayyül, korku, dehşet ve huşuyu felsefelerinin merkezine koyuyorlardı. Bütün bu hissiyatı şiir ve resimde dışa vurmak için dağlardan daha heybetli, görkemli ve korkutucu başka ne olabilirdi ki!
Bu siyasi ve kültürel dönemde kentli orta tabakanın, boş zamanlarını değerlendirmek için doğa tarihine amatör bir ilgi duyduğunu ve koleksiyonerlik yaptığını biliyoruz. Bu dönemde demiryolu ağının genişlemesi ve kamusal tatil günlerinin teslimi (örn. 1871 banka tatili yasası) ile hem İngiltere hem de kıta Avrupa’sında, ulusal ve uluslararası seyahatlerin büyük ölçüde önü açılmıştır [17]. Dağa çıkma eylemi bu dönemden önce de var olan bir faaliyetti ve kayıtlı tırmanışların kronolojisini 14. yüzyıla kadar götürmek mümkün [20]. Ancak Viktorya dönemine kadar, dağa çıkma eylemi ancak ya münferit bir ilgi ya dini/ilahi bir motivasyonun sonucu olarak ya da bilimsel araştırma amacıyla gerçekleştiriliyordu. Kısaca zevk için, yükseklerden hayranlık içinde doğayı izlemek düşüncesi kritik kütlesini oluşturamamıştı [19]. Dolayısıyla, zenginleşen orta sınıfın dağcılığı keşfinin ya da “dağcılık” hareketinin motoru olarak romantik akımın rolü yadsınamaz. Dağcılığın altın çağı olarak bilinen 1854 – 1865 arasındaki dönem ve dağcılık kulüplerinin kuruluşu bu periyot içinde yer alır [18]. Ancak bu kentli güruhun dağcılık yapacak ehliyeti ve eğitimi çoğunlukla yoktu. Böylece dağ rehberliği kurumu doğmaya başladı. Bu kavramı nitelemek için dönemin siyasi konjonktürü içerisinde ve yazının ileriki kısımlarında kolaylık sağlaması açısından, dağ emekçisi ifadesini kullanmak belki daha yerinde olur.
2.2) Yukarıdakiler, aşağıdakiler
İngiliz Alpin kulübü daha ziyade kaymak tabakanın şehir kulübüyken, kıta Avrupa’sındakiler tabana yayılmak üzere geniş, ulusal bir politika gütmekteydi. Alman ve Avusturya Dağcılık kulübü, on bini aşkın üyesinin sağladığı maddi imkânlar sayesinde büyük miktarda doğa tutkunu, maceraperest ve romantiği dağlara akıtmaya başlamıştı bu dönemde [21]. Dahası, ulus-devletleşme aşamasındaki Alman ekolü, anayurt [Heimat] olarak dağ motifini kullanıyordu. Ahmet Köksal'ın “Zirveleri Kaptılar” başlıklı yazısından alıntılarsak: “Adanmışlık ve ölüme hazır olma ile desteklenmiş sıra dışı bir özgüveni içeren Münih Ekolü” ve güçlü propagandası ile “gençleri etkileme görevini üstlenmiş” Herman von Barth’ın “Benimle tırmanan kişi ölmeye hazır olmalıdır” sözleri hareketin nasıl bir patoloji içerisinde olduğunun açık bir göstergesidir [22]. Siyasette keskinleşen milliyetçilik söylemi, dağlarda fiziksel izdüşümünü keşfediyor, Münih ekolünün dar gelirli tırmanıcıları rehber tutma lüksüne sahip olmadıklarından, bu onları, düşüncesi bile orta/üst sınıfın canını sıkan rehbersiz tırmanışa yöneltiyordu [23]. Tarihin tam da bu dönemecinde Romantizmin milliyetçiliğe evrildiğini hatırlatmakta fayda görüyorum.
Dağcılığın altın çağı Matterhorn ilk çıkışı ile sona ermişti çünkü hem Alpler’in belli başlı tüm zirvelerine çıkılmış, hem de yaşanan ilk büyük dağcılık kazası (biri dönemin en iyi dağ rehberi, diğeri ise en yetkin dağcılardan biri olmak üzere) dört cana mal olmuştu. En yüksek dağların çıkılmasının ardından mücadele gitgide dağın zirvesine çıkmaktan ziyade, belirli bir “rota”dan çıkmak, hatta sadece bir “hattı” tırmanmak haline gelecekti. Kısa zamanda dağcılık ve kaya tırmanışı ciddi bir yol ayrımına gelmiş, 19. yy. başlarında doğu Alplerde (özellikle Dolomitler) dik duvarlara ilgi artmış, İngiltere'de ise kısa kaya (bouldering) tırmanışı, geleneksel dağcılık pratiğine birer alternatif olarak gelişmeye başlamıştı [24]. İşte daha dik ve daha zor yerlere tırmanma hevesi (ve bir yerde zorunluluğu) ilk yapay tırmanış gereçlerinin “dağcılık” kapsamında kullanılmasına sebep oldu [25]. Bunların başında Georg Winkler’in kullandığı ucuna kanca bağlanmış ip iyi bir örnektir.
2.3) Sikke
Dönemin teknolojik gelişmelerinin başında sikkenin icadı gelir ve bunun dağcılığı ciddi anlamda dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Sikke sayesinde doğal emniyet imkânının olmadığı yerlerde emniyet sağlanabiliyor ve ters giden bir tırmanış sağlam bir istasyon kurmak suretiyle ip inişi ile sonlandırılıyordu. Sikke, elbette çekiçsiz kullanılamaz. Modern dağcının edevatı arasında ip ve kazmanın yanında sikke ve çekiç de yer almaya başlamıştı. Öte yandan sikke, tırmanılan hat boyunca yapay bir “merdiven” yaratılmasına, dolayısıyla dağcının rotayı, kendi fiziksel becerisini arka plana atıp, bir mühendislik problemi olarak değerlendirmesine yol açmıştı [26]. Dolomitlerde (En önemli Dolomit tırmanıcılarının başında meşhur Tita Piaz gelir) bu şekilde o kadar çok tırmanış gerçekleşmişti ki, bu tür “yapay yardımcılar” yoluyla tırmanış, bir takım 'eski tüfek' dağcılar tarafından pürist olmadığı için hor görülmeye başlanmıştı.
Sikkenin tırmanıcı üzerindeki psikolojik etkileri belki kaya tırmanışı sporunun gelişmesinde (gelişmeyi zorluğun gitgide artması anlamında kullanıyorum) daha da önemlidir. Sağlam bir emniyet noktasına güvenen dağcı artık en zor pasajları dilediği kadar deneyip, zorluk çıtasını iyice yükseltmeye başlamıştı. Bu bölümde anlattığım gelişmelerin tümünü tırmanış teknolojisi ve tekniği kapsamında ele alırsak, bunu en iyi uygulayanlar şüphesiz Dolomit tırmanıcıları ve daha da önemlisi Münih ekolüydü. Sikke ve çekiç, Piaz’ın deyişiyle, eski ile yeni dağcılar arasındaki önemli bir sınıf ayrımının da simgesidir. Klein,
“Çekiç ve sikke hem köylüyü hem de kentli proleter kesimi diğerlerinden ayırmaktadır. Hakikaten dağların bir mühendislik projesi haline gelmesine elitist bir itiraz vardı. Eski toprak Alpin kulüp üyelerinin neredeyse tamamı orta ve üst sınıf beyaz yakalılardı: akademisyenler, avukatlar, öğretmenler, doktorlar, bilim adamları ve kamu görevlileri... Bunun anlamı el emeğinden dikkatlice kaçınmaktaydılar. Kulüp üyeleri yürüyebilir, tırmanabilir ve kayaklarıyla kayarken, rehber ve taşıyıcıların görevi teçhizatı taşımak, yemek pişirmek, ateş yakmak ve çadırları kurmaktı.” [27]
saptamasıyla sikke ve çekici, emekçinin araçları olarak gözler önüne seriyor. Sikkenin kullanımının alt sınıf tarafından sistematikleştirilip mükemmelleştirilmesi, bu kimselerin on binleri aşan sayısı ve faşizan/milliyetçi bir ideoloji ile dağlarda dolaşıyor olması tehlike çanlarının çalmasına sebep oluyordu. Sikke karşıtı söylem ise özellikle dağ rehberlerinin işlerinden olması, emeğinin / ekmeğinin elinden alınması anlamına gelecekti. Tekrar Klein’a kulak verirsek:
“[El] emeğin[in] ikonu olan çekicin modern dağcılığın kalbine konmasıyla, sikke-zanaatı alpin sembolizmini burjuva, köylü ve işçi arasındaki sınırları ta baştan düzenleyecek şekilde değiştirdi. Esas itibariyle kentli burjuvadan müteşekkil erken dönem dağcılar için kazma ve ip onur nişanıdır... Tırmanış kazması ise basit Alp turisti ile gerçek tırmanıcıyı (ya da müsveddesini) birbirinden ayırıyordu. İp, uzun zaman boyunca dayanışmanın simgesi olmuş; farklı ulus, etnik köken, sınıf ve mezheplerden gelen grupları ortak amaçlar uğruna ve tehlikelere karşı bağlayan bir unsurdur. Fakat sikke – çekiç çok daha tehditkârdı ki [henüz] orak ile eşleştirilmemişlerdi.” [28]
Sikke tartışmaları adıyla bilinen ve Paul Preuss, Tita Piaz, Hans Dülfer, Franz Nieberl ve Paul Jacobi arasında geçen etik tartışmalar işte tarihin tam da bu dönemecinde sahne alıyor.
3) Sikke tartışmaları
Sikke tartışmalarında geçen argümanların hepsini buraya taşımam pek mümkün değil. Ama yazının buraya kadar olan kısmıyla ilgilenen okuyucunun bu mektupları muhakkak okuması gerektiğini düşünüyorum. Bu tartışmaların esası: “Sadece bir dağı tırmanmış olmak ve geri dönmek ehemmiyet taşımaz – aynı zamanda eylemin ‘nasıl’ ifa edildiği önemlidir”. Dağcılık tarihi boyunca “nasıl” sorusunu bilinçli olarak ilk soran insan Preuss’dur [29]. Tartışmaların maksimini şu maddeler tanımlar [30]:
1. Tırmanmaya yeltendiğin dağa eşit değil, ondan üstün olmalısın.
2. Tırmanıcının iniş esnasında güvenliğini gözeterek tırmandığı ve vicdanının elverdiği ölçüde muktedir olduğuna inandığı zorluk derecesi, tüm tırmanışın üst limitini belirler.
3. Yapay yardımcılarla tırmanmak, ancak acil tehlike durumunda meşru olabilir.
4. Sikke yalnızca acil durumlar için saklanmalıdır, bunlar temel alınmak suretiyle tırmanılamaz.
5. İp kullanımına yalnızca güvenlik hissi vermesi amacıyla izin verilir; yoksa dağın tırmanılabilmesini sağlayan bir araç olarak değil.
6. Güvenlik en önemli ilkelerden biridir. Fakat güvenlikten kasıt, tırmanıcının kendi güvensizliğini kapatmak için çılgınca yapay yardımcılardan faydalanması değil, bundan ziyade arzularına kıyasla kendi becerisini doğru biçimde değerlendirmesi [ve gem vurması] ile esas aldığı temel emniyettir.
Gördüğünüz gibi yukarıdaki altı maddelik manifesto, günümüz serbest (İngilizcesiyle free ve bir değer deyişle de katkısız) tırmanış etiği ile neredeyse tamamen örtüşüyor. Bu maddelerle oluşturulmuş ethos 20. yüzyılın ilk yarısında unutulmuş olsa da 1970’lerde Yosemite vadisinde tekrar keşfedilecek ve günümüzde kabul edilen esas tırmanış prensibi olarak nesilden nesile aktarılacaktı.
Bu maddeler özelinde değil, ama tartışmaların derinliğinde Preuss’un bir takım hassas ve tehlikeli söylemlerini de görüyoruz. Ölüme övgü olarak yorumladığım şu sözü bunun bir örneğidir:
“Düşerseniz, ipin ucunda [boşlukta] üç metre sallanırsınız” önermesinin “tek bir düşüş ve artık ölüsünüz!” önermesinden çok daha aşağı bir etik değeri vardır” [29]
Piaz, Preuss’a yaptığı eleştiride onun yaklaşımını tehlikeli, elitist ve anti-hümanist olarak görmektedir. Ona göre sikke, nihayetinde, daha az elitist, daha az askeri ve daha ulaşılabilir dağcılığa yol açacaktır [27].
4) ve Preuss...
Preuss’un neden yukarıda özetlediği şekilde ve serbest solo tırmanıyor olduğu ile neden bu prensipleri yayınlama gereği duyduğu birbirinden tamamen farklı iki sorudur. Önce ikincisini açıklamaya çalışacağım.
4.1) Elitizm
Preuss, biyografisinde de belirttiğim gibi aristokrasi için çalışan sanatçı ailenin, üniversite tahsilinde gelinebilecek nihai dereceye gelmiş evladı olarak karşımıza çıkmıştı. Çocukluğunda babasının merakı (hobisi) sayesinde çıktığı gezintilerde tanıştığı botanik (biyoloji), ileride uzmanlık alanı olacaktı. Kendisi dağcılığın lokomotifi olarak saydığımız orta sınıftan çok farklıydı. Her şeyden önce soylu (saraylı) terbiyesi almış ve tahsili sonrası kültürel sermayesi üzerinde oturan intelligentsia sınıfının bir bireyi olmuştu. Dolayısıyla elitizm – popülizm ikilemi içinde Preuss'u kitlelerle bir tutmak abesle iştigal olacaktır.
Preuss ikinci makalesinde, önerdiği prensipler kabul edildiği takdirde Guglia, Campanille, Delgado kuleleri ve benzerlerinin çok az tırmanış denemesine sahne olacağını, bunun da fevkalade iyi bir şey olduğunu bildiriyor. Saf tırmanış yaklaşımı hakikaten tehlikeli ve bu sebeple elitisttir, çünkü dağlara akın eden yığını buralardan uzak tutmaktadır. Popülist yaklaşım ise profesyonel rehberlerin sürekli surette ehliyetsiz müşterilerinin elinde hayatlarını tehlikeye atmaları anlamına gelmektedir. Preuss’un şu sözlerine bir bakın:
“Gelecek vadeden tırmanıcılar ihtiraslarına, becerileri, entelektüel kapasiteleri ve teknik eğitimlerinin el verdiği ölçüde gem vurmaya teşvik edilmelidir; ne az ne daha fazla.” [31]
Yani Preuss, eğitim ve entelektüelliği bir anlamda dağcılığın bir parçası olarak görmekteydi. Yukarıda alıntıladığım paragrafın başına gidersek:
“Her Pazar günü Münih ya da Viyana civarındaki tırmanış bahçelerine giden çoğu genç (ve bazen de yaşlı) tırmanıcı, sikke ve iniş perlonlarına körlemesine güveniyor, kendi becerilerinin çok daha üzerindeki zor rotaları çözmeye çalışıyor ve ceplerine doldurdukları narin donanımın nasıl kullanılacağı bilgisine sahip bile değil…” [31]
Belki hakikaten tırmanışı daha saf bir stilde görmek istiyordu; bu da ihtimaller arasında (2. Madde). Doug Scott şöyle diyor:
“Preuss sikke ve ip manevralarının kullanımını katı bir şekilde topa tutuyordu. Bu uygulamanın tırmanış etiğine karşı bir saldırı olduğunu görüyor ve yapay yardımcıların kullanımının alpinizmin gelişiminde geri adım olduğunu düşünüyordu.” [32]
Ama bana sanki daha fazlası var gibi geliyor. Çünkü Preuss, birtakım uygulamalarıyla, kendi söylemiyle çelişen bir portre çiziyor. Örneğin, batı Alplerde krampon kullanması, tırmanış ayakkabısını yapay yardımcı olarak görmemesi bunlardan birkaçı. Yani Preuss belki tırmanışı idealize ediyor gibi görünebilir [33], ancak felsefeye bu kadar meraklı bir adamın eylemleri ile söylemi, birbirini daha sağlam biçimde tutmalı. Preuss her ne kadar tırmanış stilini temizlemek istiyorsa da, daha önemli bir ajandası var: o da tırmanışı kitlelerden temizlemek.
“Dik duvarlarda mutlak emniyetli jimnastik yapmaksa amacınız, mesela üç ip kullanarak veya güvenlik ağının üzerinde; o zaman evinizde kalın ve maharetinizi jimnastik kulüplerinde test edin. Eğer bir tırmanış rotasını emniyetsiz çıkamayacaksanız, bırakın, hiç çıkmayın.” [34]
“Halbuki, tecrübe gösteriyor ki birçok tırmanış rotası serbest çıkılabilir; eğer henüz çıkılamıyorsa hemen terk edilmelidir.” [34]
Zeitgeist kısmında bahsettiğimiz gibi Alman ulus-devlet söyleminin, Preuss’un hayranlık duyduğu dağları anayurt bellemesi ve halkı dağcılık kulüpleri ekseninde örgütlüyor olması muhtemelen Preuss’u korkutuyordu. Buna karşı olarak Preuss elitist bir temizlik yapmak istiyor olabilir. Kendi sportif becerisi ve sağlam psikolojisi ise belki de en iyi filtre bu amaç için: “Ya benim gibi tırmanın, ya da buralara gelmeyin.” O dönemde kaç kişi Preuss gibi tırmanabilirdi ki [35]!
4.2) "Güç istenci" ve "üst insan"
Preuss neden solo ve yardımcı unsurlar kullanmadan tırmanıyordu peki? Preuss'un bir biyolog, bir bilim adamı, bir doğa meraklısı olması ve kendi sınırlarını bilmenin önemine hükmeden ilk etik maddesi, onu bir natüralist olarak kabul etmeme sebep oluyor. Preuss diyor ki:
“Bir doğa bilimleri öğrencisi olarak ben [Piaz’ın] dağları sportmence olmayan ve centilmenlik dışı sıfatlarıyla birlikte düşman olarak teşhis etmesini kabul edemem. Biz insanlar o çirkin fikirlerimizi dış dünyanın olaylarına tatbik ediyor, her fırsatta amaç, kasıt görüyoruz; oysa sadece temel doğa kanunları iş başındadır. Doğa amaç gütmez ve öyle de kalacaktır!” [31]
“‘Dağların silahları’ hesaplamalarımızdan kaçamayacak türden doğal silahlardır. Oysa insanların kullandığı silahlar gayrı tabiidir!” [30]
Doğayı kontrol etme arzusuna zıt bir görüş olan herhangi bir “yapay” teçhizat kullanmadan dağlara tırmanmanın “doğru” bir yaklaşım olduğunu öne sürmekte; böylece söylemini hem Romantik kampın hem de Zeitgeist'ın yukarıda bahsetmediğim önemli bir parçasının, yani Nietzsche'nin felsefi etkilerinin alanında konumlamaktaydı [36].
Nietzsche’nin kendi ayaklarının üzerinde durmaya ve “kendi”ni geliştirmeye yaptığı vurgu, Yunan trajedyasındaki “kendini bil” ifadesine kadar gitmektedir (1. madde). Preuss'un kendi sınırlarını bilmek suretiyle bir rotanın “doğru stilde” tırmanılabileceğine hükmetmesi (Madde 2 - 6) bence Nietzscheci bir tonda seyrediyor. Neden mi? Çünkü kendi sınırlarını bilen ve üst-insan ereğine ulaşmak isteyen bir adamın (1. Madde), kendini aşmak için solo tırmanışa yönelmesi hiç de olasılık dışı değil. Ayrıca “doğruluk” sıfatı da Preuss’un söyleminde rastgele kullanılmamıştır. Nietzsche’nin “efendi – köle” ahlakı, bu seçimin anahtarı. “Efendi ahlakı”, yöneten (aristokrat) sınıfın, “köle ahlakı” ise yönetilen sınıfın etik değerlerinin sistematiğidir. Efendi ahlakında bir durum “doğru ya da yanlış” iken köle ahlakında “iyi ya da kötü”dür. Ancak bu düşünceler Preuss'un bir Nietzsche taraftarı olduğunu göstermiyor. Dediğim gibi, “üst-insan” ya da “efendi-köle” ahlakı vb. tartışmalar Zeitgeist potasında erimiş kavramlardan yalnız birkaç tanesi [37].
Son
Bugün Paul Preuss’un 99. ölüm yıldönümü. Maalesef sadece süper kahramanlar ölümü aldatabiliyorlar; Preuss’un kahramanlığı ise ancak yıllar sonra ortaya çıkabiliyor. Paul Preuss 3 Ekim 1913 tarihinde Manndkogel’a solo tırmanırken sebebini asla öğrenemeyeceğimiz bir şekilde düşerek hayatını kaybetti. Biraz daha yaşasaydı, herhalde önce I. Dünya Savaşı’nın iğrenç hendek savaşlarında, eğer ondan da kurtulsaydı Nazi partisinin soykırım politikasının kurbanı olarak hayatını kaybedecekti. “`Düşerseniz, ipin ucunda [boşlukta] üç metre sallanırsınız´ önermesinin `tek bir düşüş ve artık ölüsünüz!´ önermesinden çok daha aşağı bir etik değeri vardır” sözlerine istinaden Preuss’un, düşmeye başladığı an itibarıyla kendi etik üst-insanına kavuşmuş olduğunu hissediyorum [38]. İp kullanmaktan imtina eden, tırmanıcıyı üst-tırmanıcıya götürmeye çalışan Preuss’u düşlüyorum, Nietzsche’nin şu sözlerinde:
“İnsan bir iptir, hayvan ile üst-insan arasına bağlı - dipsiz bir uçurumun üzerinde... İnsanın büyüklüğü köprü olmasından ötürüdür, nihai bir son değil...”
Ali Değer Özbakır,
Üsküdar.
İletişim:aozbakir at gmail nokta com
Post-script
Bu konuyla ilgilenen okuyucuyu gerek dilek, istek, öneri ve eleştirilerini, gerekse tartışmaya açmak üzere düşüncelerini yazmak üzere dagdelisi.wordpress.com adresindeki forum kısmına davet ediyorum. Belki de birçok kişinin düşüncesini toplayarak güzel bir takım sonuçlara ve saptamalara varabiliriz. Ayrıca tirmanis.org’da daha evvel çevirisi yayınlanan Mekanik Avantaj yazısını da tekrar okumanızı tavsiye ediyorum [39].
Katkı Belirtme
Ahmet’e, ihtiyaç duyduğum kaynakları bana ulaştırdığı ve önerdiği kaynaklar ve fikirlerle, özellikle Preuss'u Münih ekolü çerçevesinde tartışmanın yerindeliğini hatırlatarak metni zenginleştirdiği; Alper'e incelemede Preuss'un düştüğü mantık hatalarını gösterdiği ve “neden?” sorusunu en güzel noktalarda yönelttiği, aynı zamanda Alpinist dergisinin 14. sayısını bana ulaştırdığı; Chris’e hiç zamanı ve imkânı olmamasına karşın, muazzam çevirileriyle yardımıma koştuğu için; Fırat'a yazdıklarımı bir sosyal bilimci gözlüğüyle eleştirdiği, kenar notlarıyla beni bilgilendirdiği ve kendisinden istemediğim halde ön-redaksiyon yaparak üzerimden büyük bir yükü aldığı; Nazem'e sabırla yazının tüm sürümlerini okuyarak, önerileriyle adeta teknik editörlük yaptığı, yazıdaki mantık hatalarını bulduğu, imlayı düzelttiği; Oğuz'a yazının akıcılığına muhalefet eden unsurları bir çırpıda bulduğu ve argümanları yanlışlayabilecek ters örnekleri gözüme soktuğu; Ozan'a yazının daha okunabilir olmasına sağlayacak görüşleri; ve Aykut'a beni Preuss hakkında bir yazı hazırlamaya teşvik ettiği için teşekkür ederim.
Dipnotlar:
[1] Grimm, 2001.
[2] Stayr, Avusturya'nın güney doğusunda yer alan bir bölgedir.
[3] Dick, 2010.
[4] Preuss'a ait bu ve bunun gibi birçok fotoğrafı www.supertopo.com sitesindeki forumdan bulabilirsiniz.
[5] Messner, 2011; Türkçe'ye çevrilmiş olan Riskin ötesi (O'Connel, 2003, s.33) Preuss ve serbest tırmanış tarihi açısından önemine vurgu yapmaktadır.
[6] [http://www.tibet.ca/tibet/public/en/newsroom/wtn/archive/old?y=2006&m=6&p=13_9; ve Messner (2012), şahsi iletişim, İstanbul].
[7] Alexander, 2006.
[8] Özbakır, 2012a.
[9] “half-jew” kavramını “Yahudi kökenli” kelimesi ile karşılamayı uygun gördüm. Çünkü half-jew tanımı dini bir anlam içermemektedir.
[10] Scott, 1974; Bu makale, Doug Scott’un Big Wall Climbing adlı eserinde neredeyse hiç değiştirilmeden tekrar basılmıştır.
[11] Burkes, 2012.
[12] Burada, “yaşantısının altı yılını tekerlekli sandalyede geçirdi” cümlesinde “mahkûm olmak” fiilini bilinçli olarak kullandım, Tekerlekli sandalye kullanan engelli insanların bir ceza çekiyor olduğu alt anlamı çıkarıbileceğini biliyorum ve şahsen böyle düşünmüyorum. Amacım, Preuss'un fiziksel engel içinde geçen çocukluk yıllarında, tekerlekli sandalyeden kurtulmasının gelecekteki fiziksel faaliyetlerinde sadece ve sadece bedeni ve zihnine dayalı (yani gelecekte kullanacağı şekliyle yapay yardımcılar olmadan) bir ideoloji benimsemesinde mühim bir yer tuttuğunu belirtmek amacıyladır.
[13] Biyografisindeki bu cümleyi manidar buluyorum. Özgürlüğüne kavuşan bir çocuğun dağlarda gezmesi ve hatta bazen tek başına olmasının gezintilerinde bir engel teşkil etmemesi, bir önceki dip notu destekler nitelikte.
[14] Bu paradigma ile yazılmış muhteşem bir dağcılık tarihi için bkz. Isserman ve Weaver, 2008.
[15] Dağcılık esas itibarıyla güçlenen orta sınıfın vücut buluşu ve uzun bir refah döneminin yarattığı bereketli koşullarda icat edilmiştir; yani toplumsal/sınıfsal bir harekettir. Bu gözlükle baktığımızda Türkiye dağcılığının acaba benzer yollardan geçip geçmediğini çok merak ediyorum. Fırat Duruşan’ın şu yorumlarını ileriki bir araştırma için göz önünde bulundurmak adına buraya taşımak istiyorum “dağcılığın sınıfsal olması her farklı bağlamda aynı sınıfsal yapılanmanın ürünü olmak zorunda olduğu anlamına gelmeyebilir. Mesela batıda ortaya çıkan burjuvazinin bir pastime'ı olan dağcılık, benzer bir burjuvaziye sahip olmayan batı dışı bir bağlamda belli bir (burjuva olmayan bir elit gibi) kesim tarafından ithal edilip geliştirilebilir. Daha iyisi bile yapılabilir. ‘Eşitsiz ve bileşik gelişme’ dediğimiz bu süreç sonucunda, nitekim ekonomik yapı, siyasi örgütlenme ve gündelik yaşam içerisindeki pek çok olgu asıl oluşum koşullarının dışına yayılabilmiş, girdikleri yerlerde farklı toplumsal dinamiklerin filizlenmesine sebep olabilmiştir. Endüstri devrimini gerçekleştirmese de makine, know-how ithalatı vs. yoluyla eski ekonomik koşullarla yeni araçları harmanlayan Almanya'nın 2. Endüstri devrimi denen süreçte başat konuma geçmesi bunun en bariz örneği olabilir.”
[16] Aslında romantizm ve bilimin özellikle 1800 – 1840 arasındaki dönemde oldukça kuvvetli bir bağı vardı. Birçok bilim adamı Fiche, Schelling ve Hegel'in Naturphilosophie'sinden etkilenmekte, ancak emprisizmi terk etmeden çalışmalarında tek ve organik doğayı meydana çıkarmaya çalışıyorlardı. Yani “kendini bil”, Romantik akımın en önemli maksimlerinden birisidir. Romantizm insanın doğayı anlayabilme becerisine sahip olduğunu kanıtlamaktan ve dolayısıyla onu kontrol etmekten ziyade, kendini doğa ile bütünleştirmenin sağladığı duygusal etkiye ve doğa ile uyumlu bir birlikteliğe önem vermektedir.
[17] İngiltere özelinde, devlet okullarındaki reformun müfredata getirdiği beden eğitimi derslerinin “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diskuru, İngilizleri dağcılığın merkezine yerleştiriyordu. Ayrıca emperyalizmin keşiflere olan etkisini de hesaba katmamız lazım. Dağcılık tarihine dair nefis bir kaynak olan Unsworth'un “Yükseklere Tutunmak” kitabını şiddetle tavsiye ederim. Kitap İTÜ kütüphanesinde mevcuttur.
[18] İngiliz Alpin kulübü (AC)'nin kuruluşu (1857), Kıta Avrupa'sında diğer dağcılık kulüpleri (Avusturya'da ÖAV (1862), İsviçre'de SAC (1863), İtalya'da CAI (1863) Almanya'da DAV (1869), Fransa'da CAF (1874)) de AC'yi takip eder.
[19] Özbakır, 2012b.
[20] Türkçe yazılmış güzel bir dağcılık tarihi özeti için bkz. Köksal, 2012.
[21] Unsworth, 1994, p.104: [Münih ekolünün] “ayırt edici felsefi özelliği 50lerde Hermann Buhl'a kadar takip edilebilir: olağanüstü bir özgüven ve kendine yeterlilik ile bunlara eklenen kadercilik”.
[22] Köksal, 2012b.
[23] Unsworth, 1994, p.104; Ayrıca sembollerin alt-kültürleri oluşturan araçlar olduğunu unutmayalım. Mesela popüler kültürde bir analog bulmaya çalışırken aklıma Manowar grubunun kullandığı klişeler geliverdi birden: “If you like metal you’re my friend” veya “brotherhood of metal.” Tabii daha tonla var ama burayı şimdi bir de metal müzik fanzinine çevirmeyeyim.
[24] Klein, 2011.
[25] Fransız kralını memnun etmek için 1492’de Antoinne de Ville’in başını çektiği Monte Aiguille ekspedisyonunda kullanılan teçhizat bu kapsamda iyi bir örnek değildir.
[26] Karabina da aynı dönemde icat edilerek sikke, çekiç ve ip üçlüsünü tamamlayan en önemli unsur haline gelmişti (Klein, 2010; Unsworth, 1994).
[27] Klein, 2010.
[28] Ibid. Maalesef bu yazıda Tita Piaz’ı incelemek için ne zamanım oldu ne de kaynak taramasına imkân bulabildim. Ancak ön okumalarım Piaz’ın çok zeki, politize ve harika bir tırmanıcı olmasının yanısıra saptamalarındaki becerikliliği ile ilgimi belki de Preuss’dan daha fazla çektiğini söyleyebilirim.
[29] Preuss, 1911a, s.242.
[30] Preuss, 1912.
[31] Preuss, 1911b, s. 90.
[32] Scott, 1974, p.30.
[33] "doğal yollarla tırmanılamayana, asla el uzatılmamalıdır" tarzı söylemi tam da Viyana asıllı filozof Wittgenstein'ın ilk dönemini yansıtan Tractatus’daki "Wovon man nicht sprechen kann, darüber muß man schweigen: Söylenemeyen üzerine susulmalıdır" ifadesini hatırlatıyor. Görünüşte biri tırmanışı özgürleştirmek için ekipmanı yasaklıyor diğeri ise felsefeyi kurtarmak için metafiziği (aslında dili temizlemeye çalışıyor). İşin daha da ilginci ikisi de doğa bilimleri ekolüne yakın. Kendimden gayet iyi biliyorum ki doğayı anlamak ve açıklayabilmek için bir takım idealizasyonlar yapmak zorunda kalıyoruz ve bu idealizasyon (ya da model) biz farkında olmadan düşünce derinliğimizi kısıtlıyor! Bu çalışma metodolojisinin yarattığı bir paradoks. Fakat, Preuss görüyoruz ki ideallerinden feragat etmekte geç kalmıyor. Preuss eminim ki Wittgenstein'dan haberdardı.
[34] Preuss, 1911a.
[35] Madem fırsat doğdu, Messner’e sunumunda sorduğum soruyu burada tekrar yinelemek istiyorum ve açıklamak istiyorum. Preuss’un par excellence bir Naturalist öte yandan Messner’in bundan tamamen farklı olduğunu, aralarında ideolojik olarak stilde saflık arzusu dışında hiçbir benzerlik göremediğimi ifade etmiştim. Messner’in acaba kendisi ile Preuss arasında ortak bir dağcılık etik kaygısı dışında benzerlik bulup bulamadığını sormuştum. Beklediğim olası cevaplar arasında toplumsal dışlanmışlık gibi kilit kelimelere referans vermesini bekliyordum. Ama Messner sorumu teğet geçiverdi. Heyhat, keşke kendisiyle sohbet edebilme şansım olsaymış. Ne ise ne, en azından bu soru sayesinde Messner’in Paul Preuss anekdotunu birinci elden dinleme şansımız oldu. E fena olmadı yani.
[36] Burada Nietzsche'nin erken dönemindeki Romantik etkileri kastediyorum (Bolland, 1996).
[37] Nietzsche'nin dağ metaforu ve felsefesinde dağların yerini inceleyen son derece kapsamlı doktora tezi için bkz. Bolland, 1996. Ayrıca Nietzsche’nin dağcılık eleştirisini daha dikkatle ele almak gerekiyor. Örneğin: “Hedefi yukarıda olmasına rağmen dağcının rüyası, yolculuğunda yavaş yavaş uykusunun gelmesi ve diğer uçtaki mutluluğu düşlemesidir – yani zahmetsiz bir düşüş.”
[38] A. Köksal, 20 numaralı notta belirttiğim makalesinde Preuss’un ölümüyle sikke tartışmalarında kimin haklı kimin haksız olduğunun ortaya çıktığını ifade ediyor. Ancak ben bu görüşe katılmıyorum. Preuss’un ölümünü, bir dağcının başına gelebilecek birçok hazin sondan biri olarak yorumlayan Alexander Huber’e hak veriyorum [40]. Preuss’un kendisi de ilk makalesinde insanoğlunun şanssızlığa karşı yapacak bir şeyi olmadığını, sıra dışı durumlarda ihtimallerden etkilendiğimizi ifade ediyor. Dağcılık bu tür ihtimallerin bolca bulunduğu bir faaliyettir.
[39] Bu yazının arkasından, tırmanış ve teknolojinin birlikteliğini ele alan ve tirmanis.org’da çevirisi yayınlanmış “Mekanik avantaj” makalesine de göz atmanızı tavsiye ediyorum (Middledorf, 1999).
[40] Alpinist (2006), sayı 14, s. 54.
Referanslar
Alexander, C. (2006), Murdering the impossible, National Geographic (İngilizce basım), Kasım sayısı. Tam metin için url: http://ngm.nationalgeographic.com/2006/11/reinhold-messner/alexander-text
Bolland, Mark Edmund (1996). Nietzsche and mountains. Doktora tezi, Durham University. url: http://etheses.dur.ac.uk/1579/
Burkes, R. (son giriş: 30.08.2012), Paul Preuss (climber), url: http://en.wikipedia.org/wiki/Paul_Preuss_%28climber%29
Dick, A. (2010). Auf dem Weg des Tȁnzers. DAV Panorama, 6, s.94-97, url: http://www.alpenverein.de/chameleon/outbox/public/10150/rep1_16964.pdf
Grimm, P., (2001). “Preuß, Paul”, in: Neue Deutsche Biographie 20, s.711 f. [Online basım]; url: http://www.deutsche-biographie.de/pnd118817094.html Holt, L.W. (2008). "Mountains, Mountaineering and Modernity: A Cultural History of German and Austrian Mountaineering, 1900-1945", Ph.D. dissertation, University of Texas, Austin.
Huber, A. (2006). Free solo. Alpinist, sayı 14, ss 50 - 57
Isserman ve Weaver (2008), Fallen Giants, Princeton Univ. Press.
Messner, R. (2011), Der Philosoph des Freikletterns: Die Geschichte von Paul Preuss, Malik & National Geographic Verlag, Munich, 304pp.
O'Connel, N. (2003), Riskin ötesi: dağcılarla söyleşiler, Homer kitabevi, İstanbul, 336pp.
Klein, K.L. (2011). A vertical world: the eastern Alps and modern mountaineering, Journal of Historical Sociology, v. 24, DOI: 10.1111/j.1467-6443.2011.01417.x
Köksal, A. (son erişim: 02 Eylül 2012), Dağcılık üzerine kısa bir tarih, url: http://ahmetkoksal.blogspot.com/2005/11/daclk-zerine-ksa-bir-tarih.html
Köksal, A. (2012b), Zirveleri Kaptılar, url: http://tirmanis.org/alpinizm/genel/Zirveleri-Kaptilar.html
Middledorf, J. (1999), Mekanik avantaj (çeviri: Aykut Türem), url: http://tirmanis.org/kalem/%C3%A7eviriler/mekanik_avantaj.html
Özbakır, A.D. (2012). Benim dağcılık kahramanlarım, dagdelisi url: http://dagdelisi.wordpress.com/2012/01/28/benim-dagcilik-kahramanlarim/
Özbakır A.D. (2012). Seyretmenin keyfi için sırf, ve tepeden, dagdelisi, url: http://dagdelisi.wordpress.com/2012/07/02/seyretmenin-keyfi-icin-sirf-ve-tepeden/ Preuss, P. (1911a). Deutsche Alpenzeitung, 11/1, s. 242 - 244
Preuss, P. (1911b). Deutsche Alpenzeitung, 11/1, Mitteilungen, No 14, s.242-244.
Preuss, P. (1912). Deutsche Alpenzeitung, 11/2, Mitteilungen, No 19, s.115–116.
Scott, D. (1974).The great pioneers of the eastern alps, Part 1: 1900 to mid 'twenties. Mountains, v. 33, pp 30-32.
Unsworth, W. (1994), Hold the heights: the foundations of mountaineering, The mountaineers books, Seattle, 432pp.