Yavuz epeydir ayaklarını hissedemediğini fark etmişti, ama ne kadar zamandır bu sisin içinde yürüdüğünün bilincinde değildi. Ayak parmaklarını oynatmaya çalıştı. Kramponun klasik bağlamalarını çok sıkmış olmalıydı, parmakları herhalde zor oynuyordu. İyice dikkatini vererek daha sıkı oynattı. Parmaklarında hafif bir hislenme oldu. Tekrar çevresine bakmaya başladı. Aslında her yer bembeyazdı; yer, gök, ufuk hattı diye bir ayrım kalmamıştı. Hatta uzaklık kavramı da yoktu. Acaba en uzak görebildiği 100 metre ötesi miydi? Yoksa 10 metre mi, yoksa sadece iki metre miydi? Eğimin bile ne yöne olduğu belli değildi. O kadar yorgundu ki tırmandığını ya da indiğini de hissedemiyordu. Belki de zaten düz bir yerlerdeydi. Nefes aldığı havayı dolduran ince karın ve sisin hafif acı kokusunu yeniden duyumsadı. Paniğe kapılmaması gerektiğini biliyordu ama galiba paniğe kapılmaya başlamıştı.
Son iki saattir ne kadar kar yağmıştı?
Dizlerine baktı. Tozlukların sadece üstü görünüyordu, demek ki dizine kadar gelmişti. Dün gece tırmanışa başlarken ise 2000 metrede hiç kar yoktu, 3000 metrenin üzerinde ise yer yer geniş bölgeler halinde donmuş kar vardı.
Üniversite yıllarında bu dağda, eskilerin deyimiyle, keklik gibi sektiğini hatırlıyordu ama bu sefer ayaklarına sanki birer kiloluk kurşun ağırlıklar bağlanmıştı. Her adımı biraz irade zoru ile atıyordu. Mezuniyetten sonra gelen iş, evlilik ve dünya tatlısı küçük bir kız çocuğu iki kilo kurşun olmuş, ayaklarına dolanmıştı. Aslında sırf kurşun değil göbek nahiyesine başka tür ağırlıklar da gelmişti. Gülümsedi, derin bir nefes alınca yeniden karlı havanın acı kokusu ciğerlerine doldu.
Hısss! Diye bir ses duymaya başlamıştı, ya da öyle sanmıştı. Aniden binlerce tüfekten çıkacak gibi bir gürültü koptu. Sağ tarafından gelmişti.
“Bu ne olabilirdi?”
Yüzüne bir rüzgâr çarptı, ardından havalandı. Bütün dünya dönmeye başladı, savruluyordu, her yerde kar vardı. Deli gibi sürüklendiğini fark etti.
“Çığ!” diye bağırdı.
Karın içinde dönmeye devam ediyordu. Zaten çok da aydınlık olmayan koyu sisli dağ ortamı ışık ve karanlıklar içinde saniyede sanki bin kez birinden diğerine geçiyordu. Aniden her şey karardı ve durdu.
“Allahım! Allahım! Ne yapacağım ben şimdi?”
Sorusuna cevap verecek kimse olamazdı. Dün gece kamptan ayrılırken zirveye solo kış tırmanışı yapacağını herkese bildirmişti. İnsanların yüzlerindeki endişeli ifadelerden de epeyce gurur duymuştu. Ama şimdi bunların hiçbiri aklında değildi. Deli gibi göğsü inip çıkıyordu. Çığ altında ne yapılması gerektiğini hatırlamaya çalıştı.
İlk aklına gelen bilgi, 15 dakikada çıkamazsa yaşam şansının % 50’ye ineceğiydi. Bir saat sonraysa şansı hiç kalmayacaktı.
“Kimse yok, o zaman kazıp kendim çıkmalıyım” diye düşündü. Kollarını oynatmaya çalıştı. Evet, kısıtlı da olsa oynatabiliyordu. Kendine küçük bir hacim açtı ve yavaşça yukarıdan aldığı karları gövdesinin altına yığmağa başladı.
“Yavuz! Yanlış tarafa kazıyorsun. Aşağıya doğru gidiyorsun. Tam ters! Tam ters yöne kazacaksın.”
Ses boğuk gelmişti ama sözler çok iyi anlaşılıyordu. Yavuz kimin konuştuğunu anlamaya çalıştı. Belki de köyün çok yakınına kadar gelmiş ve kamptakilerden birisi olayı görüp yardıma gelmişti… 30 saniye içinde!.. Pek inanılır gibi durmuyordu.
“Yavuz, durma. Ters tarafa kaz. Korkma çok derinde değilsin.”
Dışarıdaki kurtarıcısı bir kez daha konuşmuştu. Ama inanamıyordu. Nasıl ters taraf olabilirdi ki?
“Yavuz! Lütfen. Birazdan havan bitecek. Ters yöne kaz.”
Yavuz karın içinde dönmeye çalıştı ve sırtındaki çantanın dönmediğini fark etti. Zor bir şekilde omuz askılarını çıkardı, bel kemerini çözdü. Dışarıdaki sesin dediği gibi “ters tarafa” kazmaya başladı. Milim milim ilerliyor, bir yandan da böyle bir sese neden güvendiğini düşünüyordu. Biraz daha karı eşeleyince ince bir ışık sızıntısı geldi.
“Lan, hakikaten ters kazıyormuşum”
Gayret gelmişti. Daha hızlı kazmaya başladı. Işık sızıntısı koyu gri bir aydınlığa kendini bırakıyordu. Ciğerlerinin patlayacak gibi olduğunu hissediyordu, başı da ağrımaya başlamıştı. Birden yüzüne dağın soğuk kar kokan havası patladı. Derin derin solumaya başladı. İki dakika sonra da ayağa kalkabilmişti. Gerçekten de yarım metre toz karın altında kalmıştı. Etrafına bakındı, biraz önce defter sayfası gibi düz olan dağın yüzeyi karman çorman olmuştu. Sesin sahibi ise biraz ötede duruyordu.
“Geçmiş olsun.”
Üç dört metre ötede gülümseyen, orta boylu genç bir adam duruyordu. Üzerinde branda gibi bir kumaştan yapılmış, kapüşonlu, fermuarsız bir anorak, altında ise çok kaba bir kumaştan ve çok bol kesimli bir pantolon vardı. Elindeki uzun tahta saplı kazmayı karın üzerine koymuş, baston gibi tutuyordu.
“Sağ ol… Sen olmasan ben derinlere doğru hala gidiyordum.”
Genç adam gülümsedi. Gözlerinin içi gülüyordu. Yavuz adamın yanaklarında seyrek sakalların da olduğunu fark etmişti. Genç adam dönerek çığın geldiği yöne baktı, yüzüne bir endişe yayıldı.
“Çabuk çantanı çıkar kardan, ikinci bir blok daha kopmak üzere, buradan hemen gitmemiz gerekiyor.”
Yavuz hiç korkmadığını ve hiç yorgunluk hissetmediğini şaşırarak fark ediyordu. Biraz önce çıktığı kar çukurunun içine dalıp, hırsla kazıp çantasını buldu dışarı attı.
“Kazmanı da bul”
Doğru, kazmasını da bulması gerekiyordu. Biraz daha aradı ama yoktu. Başını kaldırdı. Genç yabancı kendi kazmasının sivri ucuyla birkaç metre geride bir yer gösteriyordu.
“Şurayı kazman gerek. Sanırım kazma son anda elinden çıkmış.”
Yavuz tam gösterilen yere daldı ve bir çığlık attı. Kazmasının sivri ucu neredeyse karın yüzeyinde kalmıştı. Sağ elindeki eldivenin delinmiş olduğunu ve kan geldiğini fark etti. Hiç önemsemedi. Hatta neşesi bile tam yerine gelmişti. Kazmayı kaptı, çantasını sırtladı. Kararlı adımlarla hafif eğimde aşağı doğru yürümeye başlarken genç yabancının sesini duydu.
“O taraftan değil”
Yavuz dönüp bakınca, hafifçe açılmış siste kazmanın ucunun sağda, hafif de yüksekte kalan bir yeri gösterdiğini fark etti. Ayrıca gence daha adını da sormamıştı. “Ne ayıp” diye düşündü.
“Özür dilerim seninle tanışmadık”
Gencin yüzündeki endişe artmıştı.
“Biraz sonra tanışırız, hadi ne olur acele et.”
Bu arada sürekli yamaca bakıyordu.
Yavuz ikinci çığı hatırladı. Bütün gücü ile gencin peşine düştü.
“Yavuz, ne olur biraz daha çabuk ol”
Vay canına! Tehlike bu kadar büyük müydü? Ama şaşırarak üniversite yıllarındaki halinden bile daha hızlı tırmandığını görüyordu. Kaç saniye geçti? Ya da kaç dakika geçti? Farkında değildi aniden tam tepelerine yıldırımlar düşmüş gibi bir gümbürtü koptu ve arkasından müthiş bir sürüklenme sesi hızla üzerlerine geliyordu. Rüzgâr aniden ve çok sert çarptı. Yavuz yere savruldu.
“Bu sefer işim tamam” diye düşündü, korku bütün bedenini sarmıştı. Her yerine bir şeyler çarpıyordu. Gözlerini kapadı. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Biraz önceki karanlığı yeniden görmemek için gözlerini açamıyordu.
“Yavuz, hadi kalk. Tamam, güvendeyiz.”
Yabancının sesi sakin çıkıyordu. Yavuz gözlerini açtı. Bütün üstü bembeyaz, pudra şekeri dökülmüş gibiydi, ama en azından dışarıdaydı. Karın içine sıkışıp kalmamıştı… Çığın esas kütlesine yakalanmadıklarını o zaman fark etti. Sadece rüzgârını ve tozunu yemişlerdi. Yavaşça doğruldu. Aniden üzerine berbat bir yorgunluk ve üşüme gelmişti. Genç dostuna yaklaştı.
“Gerçi benim adımı biliyorsunuz ama ben sizinkini bilmiyorum.”
“Öğrenmen şart mı?”
Yavuz şaşırmıştı, “Tabii ki!”
“Engin Kongar”
Yavuz karşısındaki insanın kendi ismini çok bilinen bir şahsiyet gibi söylediğini hissediyordu. Sanki kendisinin de bilmesi gerekiyordu. Dikkatle baktı, ismi düşündü, aklına hiçbir şey gelmedi. Engin Kongar anlayışlı bir şekilde gülümsedi.
“Tanımıyorsun değil mi? Neyse elzem değil, şu anda mühim olan seni sağ salim kampınıza götürebilmek.”
Sonra kazmasını tekrar yukarılarda bir yere doğrulttu.
“Bu taraftan”
Yeniden tırmanma fikri Yavuz’un aklını başından almıştı.
“Çığ da geçtiğine göre şuradan iniverseydik.
“Mümkün değil. Dağda çok fazla batıya kaçmışsın ve epeyce de aşağı düşmüşsün. Bütün bu yumuşak vadilerin altları duvarlara açılıyor. O nedenle doğuya gitmemiz gerek. Yani, biraz tırmanıp, vadileri üstten aşacağız.”
Yavuz telefonun çekip çekmediğine bakmayı düşündü ama zirve yakınlarında elinden kayıp buz yamaçta uçup gittiğini hatırladı.
“Engin, telefonunu versene”
Engin iki kolunu iki yana açıp çaresiz bir şekilde baktı.
“Telefonum yok.”
“Nasıl ya! Bu devirde telefonsuz adam mı olur?”
“Sen kendi telefonunla arasana”
Yavuz verecek cevap bulamamıştı. Engin gülümsedi. “gördün mü?” der gibi kollarını iki yana açmıştı.
-<*>-
Çok uzun süredir sonsuz beyazlığın içinde yürüyorlardı. Önden Yavuz gidiyordu. Sürekli iz açmıştı. Bir keresinde Engin’den iz açmasını istemiş ama yapamayacağı cevabını almış ve nedense hiç tartışmayı düşünmemişti. Engin Kongar hep arkadan geliyordu. O bembeyazlığın içinde nasıl oluyorsa sürekli de yön gösterebiliyordu. Elinde bir GPS yoktu… Telefonu olmadığı için bir app da kullanmıyordu.
Yavuz artık yorgunluktan bir adım atamayacak hale geldiğini düşünüyordu. Aniden dizlerinin üstüne çöktü. Bu beyazlığın içinde sadece gözlerini kapayıp huzur bulmak istiyordu. Yarım saat önce çantasında son kalan çikolata barını yutmuş ardından da feci bir şekilde kusmuştu. Damarlarındaki son kan zerresi de çekilmiş gibi geliyordu.
Biraz dinlenebilseydi…
Çantasının içindekileri düşündü. Bir uzay battaniyesi, iki tamamen ıslak giysi, çünkü zirveye varınca üşüyüp yanındaki kuru yedeklerle değiştirmişti. Bu solo tırmanışı “Ultra-Light” tasarlamıştı. Hafif bir şekilde zirveye bir koşu çıkacak. Öyle yapmış sayılırdı. Oradan da bir koşu aşağı inecekti…
Hesapta sis ve ağır kar yağışı yoktu… Hala inememişti.
“Yavuz, kalk. Duramazsın.”
Engin hep olduğu gibi üç dört metre uzağında duruyordu. Yavuz’un içini bir utanç duygusu kapladı.
“Abi, beni bırak sen git. Ben artık devam edemeyeceğim”
“Yavuz, ağzından çıkanı kulağın duysun. Kalk. Yoksa birazdan deli gibi titreme nöbetleri başlayacak. Ondan sonra kurtulma şansın hiç kalmayacak.”
Yavuz bağırmaya başlamıştı “Olm, anlamıyor musun? Nasıl olsa varamayacağım, artık daha fazla acı çekmek istemiyorum.”
Sisin acı kokusunu yeniden hissetmeye başlamıştı. Hafif bir rüzgâr esiyordu ve Yavuz çok üşüyordu.
“Kızının adı ne?”
Yavuz bir an durdu. Kafası da yavaş işlemeye başlamıştı sanki. Üç yaşındaki Balın’ın güzel yüzü aklına geldi. Ne ilginçtir ki bu tırmanışta kızını ilk kez düşünüyordu. Ardından eşi Ayşen gözünde canlandı. Kendi zirve hırsından onları nedense hiç aklına getirmemişti… Herkese, özellikle de eski dağcı arkadaşlarına kendini göstermeyi bu sefer galiba çok istemişti.
Engin gelip Yavuz’un yanına çömelmişti. Bakışları hem anlayışlı hem de çok hüzünlüydü. Yavuz bir an kendini unutup Engin gibi genç birinin nasıl bu kadar hüzünlü bakabildiğine şaşırdığını fark etti.
“Yavuz, eğer böyle burada kalıp, donup ölürsen, acıların bitmeyecek, yeni başlayacak… Hem de inan bana, hiçbir cehennem tasviri o acıların şiddetini anlatamaz.”
Yavuz’un sesi titriyordu. Hafifçe karın içinde kendini attığı yerden yüzünü Engin Kongar’a döndü. Sesi ağlamaklı çıkıyordu.
“Sen ne diyorsun? Ne acısı? Balın beni hatırlamayacak kadar küçük, Ayşen de daha genç, evlenip bir yuva kurabilir. Ben ise yok olup gideceğim, hiçbir şey hissetmeyeceğim.”
“Hissettiğini, her şeyi görmeye devam ettiğini düşün, kızının baba sevgisi olmadan büyüdüğünü gün gün takip ettiğini düşün. Ömür boyu ne kadar acı çekeceğini bir hayal et. Karını da düşün. İki masum kadına bu kadar acı çektirmeye hakkın var mı? Böyle bir azaba dayanabilir misin?”
Yavuz Engin’in dediklerini düşünüyordu. Ayşen’in ne kadar üzüleceğini ta yüreğinde hissetmeye başlamıştı. Kızının da çok farklı acılar çekebileceği gerçeği uyuşmuş beyninde sanki yıldırımlar çaktırmaya başlamıştı. Sonra gözleri inanmaz bir şekilde kısıldı.
“Ya ölenler artık hiçbir şeyi göremiyorlarsa?”
“Ya görüyorlarsa?”
Yavuz karın içinde sırt üstü yatıyordu. Engin ise hemen tepesine dikilmişti.
“Hadi Yavuz, kalk.”
Yavuz içindeki üşümenin geçmediğini ama aynı zamanda geçtiğini de hissediyordu. Sanki Engin’in hemen yanında Balın’ın da yüzü belirmişti. Yavaşça doğruldu. Tembellik etmeyecek, sonuna kadar zorlayacaktı.
“Engin, bu siste doğru yolu gerçekten bulabilecek misin?”
Engin Kongar’ın yüzüne bir gülümseme yayılmıştı.
“Nasıl bildiğimi sorma, ama seni kampınıza kadar götürebilirim. Güven bana.”
Yavuz ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeden artık alıştığı üzere Engin’in kazmasının ne tarafı gösterdiğine bakıp adımlarını atmaya başladı. Engin’in ara sıra söylediği “Biraz sağa”, “biraz sola” gibi komutlar sayılmazsa hiç konuşmadan yürüyorlardı. Bazen Yavuz aniden dizleri üzerine çöküyor, hatta yere kapaklanıyor. Kısa bir süre soluklandıktan sonra yeniden kalkıp yürüyüşüne devam ediyordu. Bedeninin nasıl bu kadar acıya dayanabildiğine de şaşırıyordu.
“Yavuz, dur!”
Yavuz şaşırarak durup Engin Kongar’a dönmüştü.
“Ne var?” Sesi bağırmak gibi değil güçsüzlükten hırlama gibi çıkmıştı.
Engin gene üç dört metre uzaktaydı. Yuvarlak yüzüne kumral düz saçı düşmüş ve çenesinin altında yoğunlaşan sakalları daha bir belirgin olmuştu. Yüzünde memnun bir gülümseme vardı.
“Dostum, benim görevim burada bitti. Daha öteye gelemem.”
“Engin, ne demek o? Sen olmazsan ben nasıl kurtulacağım? Ayrıca sen nereye gidiyorsun?”
Engin Kongar mahcup bir şekilde yere bakıyordu. Yüzünü kaldırıp muzip bir ifade ile Yavuz’a baktı.
“Sana bir tavsiyem var; mutlaka Hermann Buhl’un Nanga Parbat kitabını oku ve o solo çıkıştaki partnerinin kim olduğunu öğren.”
Yavuz’un tükenmiş zihni her sözcüğü kaydediyordu ama anlamlarını çözemiyordu.
“Tamam! Şimdi arkana bak”
Yavuz arkasına döndü. Sis yavaşça, bir tül gibi açılıyordu. Kalbi duracak gibiydi. Çok ilerlerde batı ufkunda soluk bir kızıllık da sisten çıkmıştı, demek karanlık basıyordu. Ardından hemen önündeki sis de gidince kamp yaptıkları küçük dağ evi 200 metre önünde belirivermişti. Yavuz gözlerine inanamıyordu. Koşmaya başladı. Dağ evinin kapısı açıldı. Birileri dışarı çıktı. Aralarında bir dalgalanma oluyordu sonra dışarı çıkanlar ona doğru koşmaya başladılar. En öndekini batan günün son ışıklarında zar zor seçiyordu; eşi Ayşen’di. “Nasıl olmuş da eşi buraya kadar gelmişti?” Genç kadın ağlayarak ona koşuyordu. Yavuz aniden durup geriye Engin’e baktı.
Sisin içinde hiçbir şey görünmüyordu.
6.01.2019
Haldun Aydıngün